Sık sık çetrefilli bir ikilemle karşılaşıyoruz. Bir tarafta ABD kaynaklı darbe girişimleri, öbür tarafta ülkesini yönetmekte zorlanan, kitlesel muhalefet dalgalarıyla boğuşan, çoğu, en hafif tabiriyle otoriter eğilimler sergileyen yönetimler. Liberal entelijansiya, tüm dikkatini demokrasi adına, emperyalizmi yok sayarak, ABD’nin basıncı altındaki rejimlerin “eksikleri” üzerinde yoğunlaştırıyor. Ulusalcı entelijansiya tüm dikkatini ABD dış politikası üzerinde yoğunlaştırıyor, bu otoriter rejimlere yönelik eleştirileri emperyalizme verilen destekler olarak görüyor. Ben bu iki tutumun da yanlış olduğunu düşünüyorum.
Biri emperyalizm mi dedi?
Lenin, Bukharin, Luxemburg, daha sonra Arendt, Fanon… Kapitalist emperyalizm hakkında iyi kötü bir fikrimiz var: Kapitalist emperyalizm, askeri müdahaleden, darbeden, açık şiddetten daha geniş bir pratikler alanını kapsıyor, özellikle ekonomik bağlamlılık ilişkileri, ideolojik etki üzerinden işliyor. Dahası, Lenin ve Bukharin emperyalizmin tek tek ülkelerin politikalarına değil, kapitalist sistemin son aşamasına ait olduğunu vurguluyorlardı. Belki, o dönemde bunu anlayabilmek o kadar kolay değildi, ama kapitalizmin yapısal krizinin, “küreselleşme” denen sürecin içinde şimdi konunun açıklığa kavuşmuş olması beklenir.
Günümüzde, bir dünya sistemi olarak kapitalizmin, ekonomik, finansal, veri toplama, küresel izleme, istihbarat ve manipülasyon pratiklerini, kültürel etkilerini göz önüne almadan, tek bir ülkenin şu veya bu politikalarına karşı çıkarak emperyalizme direnilemez, ama ulusalcılık adına iktidardaki despotları, ya da bir başka emperyalist gücü desteklemeyi meşrulaştırmak pekâlâ olanaklıdır.
Bugün emperyalist sistemin dört ana (ABD, AB, Rusya ve Çin) bileşeninden söz edilebilir. Günümüzde, emperyalist sistemin dinamiklerini, bu bileşenlerin ekonomik, siyasi çıkarlarını koruma ve genişletme çabaları belirliyor. Emperyalizme direnmek, bu bileşenlerin oluşturduğu sisteme direnmek anlamına gelir, bileşenlerden birine karşı öbürüne yaslanarak direnmeye çalışmak, emperyalizmin “pençesinden” kurtulmaya yetmez.
Ulusal çıkar mı dediniz?
“Ulusal çıkar”, öyle kolaylıkla telaffuz edilebilecek açıklıkta bir kavram da değildir: Bu ulus kimlerden oluşuyor? Ulusal çıkar kimin çıkarıdır? Bu çıkarı kim, nasıl temsil eder?
Kapitalizmde bu sorular hemen sınıflar arası ilişkilerin matrisine çarpar. Hele bu ulusun yaşam alanı olarak tanımlanan coğrafyada birden fazla etnik-dini grup, hatta ulusal kimlik birlikte yaşamaya çalışıyorsa, bu soruların cevapları daha da karmaşıklaşır. Ulusal çıkar adına halkından destek isteyecek olanların önce bu sorulara, o desteği almayı hak edecek biçimde tatmin edici cevaplar vermeleri gerekir.
İktidardaki ufak bir azınlığın çıkarı ile halkın çıkarı özdeş değildir. Modern kapitalizmde hiçbir siyasi hareket, lider, hem yüzde 1’in hem de yüzde 99’un çıkarlarını, üstelik dini etnik çelişkileri yok sayarak, ulusal çıkar adına temsil edemez.
Ev sahibinin hiç mi suçu yok?
Örneğin, mahallede hırsızların olduğu biliniyor, yöntemleri de… Bu koşullarda evinin kapısını, penceresini açık bırakanlara, eften püften kilitlerle korunmaya kalkanlara, evleri soyulduğunda ne dememiz gerekir?
Emperyalist sistemi, çelişkilerini, egemen sermayenin piyasa, kaynak, ucuz işgücü gereksinimlerinin “bağımlı ülkeler” üzerindeki basıncının kriz dönemlerinde yaşamsal düzeye çıktığını biliyoruz. Bildiğimiz için de ben, önce bir başka yere bakmaktan yanayım.
Ülkelerinde halkın çoğunluğunun rızasını, kitlelerin sokaklara dökülmesine gerek bırakmayacak biçimde alamayan; emperyalizmle ilişkili “azınlığın” muhalefetini etkisizleştiremeyen; emperyalizmin ülke ekonomisini ticari, finansal, kültürel, nihayet teknolojik yollardan etkilemesine, kitlelerin huzursuzluklarını maniple etmesine olanak veren kanalları tıkayamayan; halkın çıkarlarının bir aşamada kapitalizmin mülkiyet ilişkilerinin duvarına çarpacağını göremeyen liderlikleri, “kötüler tutkulu bir yeğinlikle doluyken, iyilerin kararsızlığını”, birinci dereceden sorumlu tutmaktan yanayım.
Cumhuriyet / 25.11.19