Geçen hafta bu köşede “Babacan’ın IMF partisi”ni yazmıştık ki, ertesi gün Babacan’ın AKP istifa ettiği haberleri düştü ajanslara.
Tesadüf müdür, öyleyse bile güzel bir tesadüf olmuştur, istifa Merkez Bankası başkanının görevden alınmasının hemen ardından gelmiştir ve sembolik önemi büyüktür.
Bu görevden alma, iktidarla yerli ve uluslararası sermaye arasındaki yazılı olmayan sözleşmenin en önemli maddelerinden birinin, “bağımsız merkez bankası” maddesinin ihlalidir ve şüphesiz ki sermaye tarafından not edilmiştir.
İktidar sözleşmeyi ihlal ettikçe, inşa ettiği rejimle Türkiye’nin sermaye düzeni arasındaki açı büyüdükçe, düzen açısından gereken meşruiyeti tesis etmekte giderek zorlandıkça, sermayenin not ettikleri artmakta, açıyı kapatıp meşruiyeti yeniden tesis edecek figür arayışları hızlanmaktadır.
Merkez Bankası başkanının görevden alınmasıyla S-400’lerin gelişi aynı konseptin parçasıdır. Buna Doğu Akdeniz’deki sondaj çalışmalarını ve Suriye sınırına yapılan devasa yığınağı da ekleyebiliriz. Tüm bunları ise ABD’nin S-400’lerin gelişine vereceği yanıta karşı iktidarın hazırlığı olarak görebiliriz.
Şüphesiz pazarlıklar devam edecek olsa da, ABD geleneksel müttefiki olan bir NATO ülkesine en büyük rakibi Rusya’nın tam da ABD/NATO karşıtı bir hava savunma sistemi satmayı başarmasını affetmeyecek, bunun “kötü emsal” teşkil etmemesi için birtakım sert yaptırımlara girişecektir.
Türkiye’nin F-35 programından çıkarılması ve finansal/ekonomik yaptırımlara maruz bırakılması güçlü bir seçenek olarak masadadır. Buna Doğu Akdeniz meselesi üzerinden AB’nin açıklayacağı yaptırımlar da eklenecek gibi görünmektedir.
İktidar, sırf kendi bekası adına, şark kurnazı dış politikayla, ABD ve Rusya’yı aynı anda idare edebileceğini zannetme yanılgısıyla, yarattığı kırılgan ekonomiyle, Türkiye’yi büyük bir kuşatmayla ve gerçek anlamda bir beka sorunuyla karşı karşıya bırakmıştır. Ortada anti-emperyalizm falan olmadığı gibi, tam aksine ülke emperyalistlerin oyun sahasına, kozlarını sergileyecekleri bir coğrafyaya dönüşmüş durumdadır.
Peki ne olacaktır, süreç nasıl gelişecektir?
Bu soruya 17 Eylül 2017 tarihli “Kanlı mı kansız mı” adlı yazımı hatırlatarak yanıt vereceğim. O yazıda bir “mekanizma” tarif ediliyor ve şöyle deniyordu:
“Emperyalizme bağımlı bir ülkede, emperyalist merkezlerin desteğiyle iktidara gelen bir kişi, önce bütün gücü ve yetkiyi kendinde topluyor, sonrasında sistemin ya da düzenin dışına çıkmamakla birlikte sistemi karşısına alabilecek işlere girişiyor, kimi kırmızıçizgileri aşıyor, emperyalizm buna kendisinden desteğini çekerek yanıt veriyor, kişiyi sıkıştırmaya başlıyor, o kişi ise rakip kamptan ülkelerle yakınlaşmayı deniyor ama bu çoğu kez yeterli olmuyor ve neticede devriliyor.”
Bugün bu mekanizmanın işlemeye devam ettiğini görebiliyoruz. Peki süreç nasıl gelişecek? Bunun yanıtı da aynı yazıda şöyle veriliyordu:
“AKP’nin içinden emperyalist merkezlerin desteğini almış bir ‘yenilikçi’ grup (Gül-Davutoğlu ekibi) çıkar ve inisiyatif alırsa daha az şiddet yüklü bir süreç söz konusu olabilir, diğer seçeneklerde ise kendisinin kaderi ile Türkiye’nin kaderini ortaklaştıran kişiselleşmiş iktidarın gidişi öyle kolay olmayacak ve ‘benden sonra tufan’ denilerek iktidarda kalmak için her türlü seçenek gözü kararmış bir şekilde denenecektir.”
Tam olarak buradayız ve süreç bunun somutlaşması olarak şekillenecek. “Kanlı kansız mı” sorusu yanıt bulacak. Buraya soldan ve halkçı bir müdahale yapılıp yapılamayacağı ise esas meselemizi teşkil edecek.
BirGün / 14.07.19