1970’lerde ABD gibi küresel rekabette geriye düşen ve sanayisizleşmeye başlayan İngiltere’nin buna cevabı -aynen ABD gibi- neoliberalizm oldu. Başbakan Thatcher’ın kişiliğinde simgelenen neoliberal devrim, tarımı ve sanayiyi destekleyen, halkın hayatını kolaylaştıran kamu sektörünü sansasyonel özelleştirmelerle kuşa çevirdi, hem özelleştirmelerle hem de vergi indirimleriyle sermaye kesimine kaynak aktardı, buna karşılık sendikaları ezerek çalışanların pazarlık gücünü yok etti. Öte yandan önceden başta sanayi olmak üzere üretken faaliyetlere kaynak bulma görevini üstlenmiş olan finans sektörünün deregülasyonla önü açılarak her türlü spekülatif faaliyete girişmesine izin verildi.
1990’larda ABD’nin öncülüğünde finansallaşma ve küreselleşmenin bütün dünyaya yayılmasıyla İngiltere’nin neoliberal devrimi meyve vermeye başladı. Sovyet Bloku’nun dağılması (1991) ve Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun Avrupa Birliği’ne dönüşmesi (1993) bu yolda önemli dönüm noktalarıydı. ABD ile dil birliği sayesinde İngiltere, ABD şirketlerinin ve bankalarının Avrupa, hatta Avrasya merkezi oldu. 2. Dünya Savaşı’ndaki Alman bombardımanında ağır hasar gördükten sonra bir türlü toparlanamayan Londra’nın tarihi merkezi “City” yeni yapılan gökdelenlerle Manhattan’ın Avrupa şubesine dönüştü. Böylece İngiltere küresel finans faaliyetleriyle, küreselleşme ve internetin yayılmasıyla önemi artan İngilizce öğretimiyle, bunlarla bağlantılı gayrimenkul spekülasyonuyla ve turizmle geçinen bir ülke haline geldi.
Gelgelelim neoliberal devrimin ürettiği büyüme dinamikleri katma değer yaratmaktan çok bölüşümün değişmesine ve korumacılığın kalkması ve Sovyet Bloku’nun dağılmasıyla Batı kapitalizmine yeni av alanları açılmasına dayanıyordu, yani sürdürülebilir değildi. Bu yüzden ilk vurgunun etkisi sönmeye yüz tutunca İngiltere büyümekte zorlanmaya başladı. Öte yandan İngiltere küreselleşme ve AB üyeliği sonucunda bir göçmen ülkesi haline gelmişti. Ancak zayıf büyüme İngiliz halkının daha ucuza çalışan ve sosyal yardım alabilmek için çok çocuk yapan Doğu Avrupalı göçmenlere tepki duymasına yol açtı, bu da İngiltere’yi Brexit’e götürdü.
Önce Brexit, arkasından Covid-19 kapanmaları, en sonunda da Fed öncülüğünde başlayan parasal sıkılaştırma dalgası İngiltere’nin küreselleşme ve finansallaşmaya dayalı büyüme dinamiklerini kurutmaya başladı. Ukrayna savaşının tetiklediği enerji krizi sonucunda enflasyonun yüzde 10’a yükselmesi tabloyu daha da kararttı. Bunun üzerine yeni kurulan Truss hükümeti büyümeyi güçlendirmek amacıyla bir program açıkladı. Kurumlar vergisinde planlanan artıştan vazgeçiliyor, en yüksek gelir vergisi dilimi yüzde 45’ten yüzde 40’a düşürülüyor, bankacıların yılsonu jestiyonları üzerindeki üst sınır kaldırılıyor, büyük şirketlerin elektrik maliyetini düşürmek için bütçeden sübvansiyon ayrılıyordu. Bu kararların yol açacağı GBP 60 mia.lık bütçe açığı ise kamu borçlanmasıyla karşılanacaktı.
Ancak paketin İngiltere bütçesine faydadan çok zarar getireceğini düşünen yatırımcılar, İngiliz devlet tahvillerini satmaya başladı, 10 yıllık tahvilin faizi bir haftada 3.20’den 4.56’ya yükseldi. Sürecin devamı İngiltere’nin mali krize sürüklenmesi demekti, bu yüzden İngiltere Merkez Bankası GBP 65 mia.lık bir fonla 2. piyasadan devlet tahvili satın almaya başladı. Bu adımın enflasyonu önlemek için politika faizini yüzde 0.1’den yüzde 2.25’e yükselten İngiltere Merkez Bankası’nın fiyat istikrarı arayışını zora soktuğunu söylemeye gerek yok.
Sonuçta önce paketin sahibi Maliye Bakanı Kwarteng, arkasından da Başbakan Truss istifa etmek zorunda kaldı. Truss, Thatcher’ın 1979’da yaptığını bugün yapmak istedi ama Thatcher bunu küreselleşme ve finansallaşmanın şafağında, yani o değirmene akacak suyun bol olduğu zamanda yapmıştı. Truss ise bunu küreselleşmenin ve finansallaşmanın selası okunurken yapmaya çalıştı, doğal olarak elinde patladı.
A’dan Z’ye yeni bir dünya düzeni kuruluyor. Zamanın ruhunu okuyamayan ülkeler bu sürecin altında kalır. Türkiye de İngiltere gibi sona ermekte olan bir ekonomik sisteme umutsuzca tutunmaya çalışıyor. On ikiye bir var.
Cumhuriyet / 21.10.22