Ey hilafet, geldiysen üç kere vur! - Tayfun Atay

  • Haber
  • |
  • Basın derleme
  • |
  • 19 Aralık 2016
  • 06:40

Geçen haftanın en sansasyonel hadisesi, memlekette hanidir durgunluktaki “hilafet piyasası”nın canlanmasıydı. Art arda kanlı terör eylemleri, buna değinme imkânı vermedi. Şimdi biraz gecikmeli de olsa bunu telafi edelim!..

Halep’te yaşananları gerekçe gösteren, buna içerideki terör katliamlarını da ekleyen Hizb-üt Tahrir bağlantılı olduğu belirtilen gruplar, İstanbul ve Ankara’da düzenledikleri gösterilerde hilafet çağrısı yaptılar.

İstanbul’da eylemin Üsküdar Belediyesi’nce de desteklendiği ve şu çağrının belediye aracından yapıldığı iddiaları da ortaya atıldı:

“Irak, Mısır ve Suriye’de bu kanlı, bu zillete düşmüş günlerden kurtulmak için en kısa zamanda İslâm birliğini yeniden tesis etmeli ve halifemizi seçmeliyiz.”

Üsküdar Belediye Başkanı iddialara yönelik olarak mitingle bir alâkaları olmadığını ve belediye aracının tesadüfen orada bulunduğunu söyledi.

Ankara’da Kocatepe Camisi’nde buluşan grup da Halep’te yaşamını yitirenler için gıyabi cenaze namazı kılıp hilafet çağrısı yaptıktan sonra ABD Büyükelçiliği’ne protesto yürüyüşü yapmak istemiş ama polis izin vermemiş.

***

Ne demeli ki?! Belki yer Üsküdar olduğu için, ondan esinle “Üsküdar’da sabah oldu” diye seslenmek en doğrusu olur bu hilafet çağrısı yapanlara…
Yani, biraz geç kalmadınız mı, IŞİD 2014’te ilan etti Ebu Bekir El Bağdadi’nin halifeliğini!..

Onunla da kalmadı, ardından Boko Haram Nijerya’da hilafet ilan etti (sonrasında IŞİD’e biat etti, o da ayrı tabii).

Anlayacağınız, halifelik çoktan kapanın elinde kalmış durumda!..

Tablo bu olunca siz varın düşünün Üsküdar’da dillendirilen “İslâm birliği tesis etme” hayalinin ne kadar boş olduğunu.

Çünkü her önüne gelen o “birliği” kendi merkezinde oluşturmak istiyor.
Üstelik bu sadece bugüne özgü değil. Tarihsel tecrübeyle sabit ki halifelik ta en baştan itibaren “İslam birliği” yahut “İttihad-ı İslâm” (Panislamizm) idealine karşılık veremedi. Aksine kavmî, coğrafî, mezhebi ve siyasî temelde İslam-içi bölünme, çekişme ve çatışmaların üzerinden sürdürüldüğü bir kurum oldu.

Yani ittihat (birlik) sembolü olmaktan çok bir ihtilaf (anlaşmazlık) kaynağı oldu.
Zamanında yapmış olduğumuz bir çalışmanın içeriğinden beslenerek açalım!..

***

Peygamber’in ölümünden sonra ortaya çıkan hilafet kurumunun birbirini izleyen “Dört Halife”, Emevi ve Abbasi dönemlerine bakın! Kureyş kabilesinin tarihsel rekabet içindeki boyları ile bunların alt kolları arasında iktidarın sürekli el değiştirdiği bir çatışma dinamiğinin sürece damgasını vurduğunu göreceksiniz.

Bu o derecedir ki mesela Emevi halifeliğinin itibar görmediği Mekke’de Abdullah İbn Zübeyr, ikinci Emevi halifesi Yezid’in ölümü üzerine ortaya çıkan boşlukta hilafet ilan etmiş ve 10 yıl boyunca biri Mekke’de diğeri Şam’da iki halife boy göstermiştir.
Tıpkı bugün IŞİD ve Boko Haram örneklerinde olduğu gibi… Ve belki yarın bir tane de bu topraklardan zuhur edebileceği gibi!..

Abbasiler döneminde de halifelik “çoğul”dur. Doğu’da Bağdat-merkezli Abbasi halifeliğine tepki olarak Batı’da Şiî-İsmailî çeşniyle Mısır ve Suriye’ye hükmeden Fatımi halifeliği, buna tepki olarak daha da Batı’da Sünniliğin temsilciliğine soyunmuş Endülüs Emevi halifeliği koyun koyunadır!..

Yavuz’la halifeliğin Osmanlı’ya transferi de İslâm dünyasının her köşesinde kabul görmemiştir. Aslında 13-14’üncü yüzyıllardan itibaren İslâm’a hakkıyla hizmet eden her hükümdarın kendi topraklarında halife sıfatını hak ettiği görüşü âlimlerce geçerli sayılmaktaydı.

***

19’uncu yüzyılda Sultan Abdülhamid’le birlikte hilafet “Panislamist” motivasyonla öne çıkarılmış, ancak hem İslâm dünyasından, hem de Osmanlı’nın Müslüman tebaasından bu iddiayı “takanlar” kadar “takmayanlar” da olmuştur.

Fakat esas kapışma, Türkiye’de halifeliğin kaldırılması sonrasında zirve yapar.
Birinci Dünya Savaşı’nda İngilizlerin kışkırtmasıyla Osmanlı’ya isyan eden Haşimî soyundan Şerif Hüseyin, kendisini derhal Mekke’de halife ilan etti. Ama bir İngiliz kuklası olarak bilinen Hüseyin’in iddiası, bâki olan kubbede boş bir seda olarak kaldı.
Akabinde Mısır’da Kral Fuad’ı halife yapma yolunda “tezgâh” bir kongre düzenlendi (Kahire Hilafet Kongresi, 1926). Bir fiyasko olan bu kongreyi Kudüs Müftüsü Emin El- Hüseynî’nin organize ettiği, son Osmanlı halifesi Abdülmecid’e “oynayan” bir başka kongre izledi. Ama Mısır’ın şiddetli tepkisi nedeniyle kongrede ne

Abdülmecid’in, ne de hilafetin esamisi okunabildi.

Sonra işi artık komediye döndürür mahiyette Fransızların, yukarıda zikredilen İngiltere-endeksli hilafet arayışlarına misilleme mahiyetinde Fas Sultanı’nı halife yapma yolunda “topa girdikleri”görülür.

Sade onlar mı, hayır! İtalya, Libya üzerinden Şeyh Ahmed Senusî’yi, Ruslar ise Afgan Emiri Amanullah Han’ı hilafet sahnesine sunarak duruma müdahil olmak istemişlerdir.

Fuad’dan sonra Mısır’da tahta çıkan Kral Faruk’un da halifeliğe “ayranı kabarmış” ve iddiayı güçlendirmek amacıyla ona 1952’de ana tarafından bir Kureyş soy bağlantısı kurma girişiminde bulunulmuştur. Ama aynı yıl Nasır’ın “Hür Subaylar” darbesi, Faruk’un halifelik iddiasını da, soyunu-sopunu da tarihe gömecektir!..

***

Durum bu. Dünden bugüne neredeyse her gönülde bir halifelik, aslanlar gibi yatıyor!..

Hilafet, İslâm’ın iktidarla tanışmasıdır. Tarihsel süreçte İslâm-içi iktidar mücadelelerinin oyuncağıdır o. Ve kimse kimseye onu öyle kolay kolay yâr etmez de, yedirmez de…

Üsküdar da sabah olsa da olmasa da!..

Cumhuriyet / 19.12.16