İçinde bulunduğumuz dönemin olası yönü üzerinde düşünenler, kendilerine yardımcı olacak tarihsel analojiler arıyorlar. Ancak herkes başka dönemi örnek almaya çalışıyor. Dahası bu yaklaşımların hemen hepsinde doğruluk payları olabiliyor. Bu durum, yazarların yetersizliğinden değil, daha çok, yaşadığımız dönemin karmaşıklığından kaynaklanıyor: Kapitalizmin üç tarihsel dönemini aynı anda yaşıyoruz.
Durumun bileşenleri
(1) Çok şiddetli bir finansal krizin ardından dünya ekonomisi ağır bir borç yükü altında, bir düşük büyüme (ya da durgunluk) sürecinden çıkamıyor. Bir küreselleşme sonrası dönemde olduğumuzu gösteren veriler giderek çoğalıyor. Örneğin, ticaret savaşlarından, korumacılık dalgasından söz ediyoruz. 1990’larda küreselleşme tartışmalarıyla başlayan finansallaşma süreci 2002 yılında birden büyük bir ivme kazanmıştı. Finansal kriz bu ivmeyi kırdı. Küresel sermaye hareketleri (toplam 50 ülkede GSMH’ye oranla) adeta çökerek, 2009’da 90’larda tırmanmaya başladığı düzeyin gerisine düştü. Küresel sermaye hareketleri 2010-11 yıllarında biraz toparlandı ama hâlâ 1990’ların başındaki düzeyde seyrediyor. Bu yüzden, finansallaşma anlamında da küreselleşme sürecinin tersine dönmeye başladığı söylenebilir.
2) Finansal krizden sonra neo-liberal kriz yönetim modelinin artık tükendiğine ilişkin algılar giderek güçlendi. Bugün, İngiltere’de genel seçimlere giderken, tüm partilerin programları “kemer sıkma” (krizin yükünü halkın sırtına yıkma) döneminin bittiğini savunuyor, çok büyük devlet harcamaları vaat ediyorlar. Yeni bir ekonomi yönetimi modeli arayışı giderek hızlanıyor.
3) Ekonomik model tükenirken, ABD ve Avrupa’da, küreselleşme karşıtı bir Yeni Faşizm’in, Latin Amerika’da Ortadoğu’da neo-liberal modele karşı küresel çapta bir isyan dalgasının yükseldiğini görüyoruz. Genç kuşaklar gelir dağılımındaki adaletsizliklere, iklim krizine ve bunu yaratan “sisteme” karşı hızla bilinçleniyor ve politikleşiyorlar. Buna karşılık, özellikle ABD kaynaklı, büyük sermayenin aşırı sağcı /Yeni Faşist hareketlere büyük çaplı kaynak transferi yaptığından söz ediliyor.
4) Tüm bu toplumsal ekonomik süreçlerin yanı sıra teknolojik gelişmelerde, bu süreçlere damgasını vuran bir hızlanma yaşanıyor. 1970’lerde başlayan, bu gelişme dalgası (bilgi işlem ve iletişim teknolojileri), artık olgunlaşarak “network ekonomisi”, yapay zekâ, “büyük veri”, sosyal medya üzerinden yaşamın tüm alanlarını, “disiplin ve ceza” rejimleri de dahil etkiliyor, dönüştürüyor. Ancak egemen üretim ilişkileri, bu teknolojilerin üretkenlikte beklenen patlamayı getirmesini engelliyor (üretkenlik paradoksu tartışması).
5) Son olarak jeopolitik dengelerde köklü değişiklikler yaşanıyor. ABD bir “süper güç” olarak etkisini giderek kaybediyor, buna karşılık Çin ve Rusya, hatta Hindistan gibi güçlerin, dünya ticareti borç piyasaları içindeki payları, çevre ülkeler üzerindeki bağımlılık yaratıcı etkileri giderek büyüyor. ABD seçimlerinde ve Brexit sürecinde Rusya’nın etkileri, ABD senatosunun Hong Kong muhalefetini desteklemeye yönelik aldığı karar, ticaret savaşlarıyla atılan adımların, büyük güçlerin birbirlerinin iç işlerine karışmaya başlamasıyla “hibrit savaşlara” doğru ilerliyor.
Tarihe bakınca...
Büyük güçler arası ekonomik ve siyasi ilişkililer ve teknolojik atılımlar, I. Dünya Savaşı, finansal kriz, korumacılık, faşizmin yükselişi ise II. Dünya Savaşı öncesi dönemleri anımsatıyor. Bir ekonomik model tükenirken birçok ülkede birden kitlesel muhalefet hareketlerinin patlak vermesiyse 1968-1973 dönemini.
Kısacası bugün, adeta kapitalizmin tarihinin üç kritik dönemini birden anımsatan gelişmelerin üst üste geldiği bir dönemde yaşıyoruz. Ancak, bugünkü dönemin kendine özgü üç özelliği var. Birincisi, bir iklim krizi, tüm uygarlığın geleceğini tehdit ediyor. İkincisi, kapitalizm karşıtı güçler, tüm önceki dönemlere kıyasla son derecede zayıf, dağınık ve projesizdir. Nihayet, değindiğim dönemlerde, sanat ve felsefe alanlarında sarsıcı gelişmeler yaşanmıştı; bugün, adeta bir “çorak ülkede” yaşıyoruz! Diğer taraftan, tarih tam da böyle dönemlerde yapılabiliyor!
Cumhuriyet / 02.12.19