ABD başkanlık seçimleri yaklaşırken Demokratik partinin solcu başkan adayı Bernie Sanders ön yoklamalarda rakiplerinin çok önünde gidiyor. En son Nevada’da hemen arkasındaki Joe Biden’a %46’ya %19.6 büyük fark attı. Bernie New Hampshire’ı da kazanırken bir önceki raundda ise Pete Buttigieg’le ipi birlikte göğüsledi.
Yarışa sonradan katılan, muhtemelen Bernie Sanders’ı en fazla zorlaması beklenen Joe Biden’ın mayasının tutmaması üzerine cesaret bulan milyarder iş adamı Michael Bloomberg de geçen hafta Las Vegas’ta görücüye çıktı. Altı adayın katıldığı tartışmada Bloomberg çok tutuk ve silik bir profil sergiledi. Şu ana kadar sırf reklam kampanyaları için 400 milyon dolardan fazla para harcayan Bloomberg’in kumaşının böyle bir işe uygun olmadığı anlaşıldı. Ayrıca vergi kaçırmadan, seksist söylemlere, Newyork belediye başkanlığı sırasında ırkçı uygulamalara kadar pek çok defosu bulunuyor.
Bernie Sanders’in diğer adaylar arasından sivrilmesi Demokratik parti kurulu düzenini (establishment) tedirgin ediyor. Liberal seçmenin (biliyorsunuz bu ifade Amerika özelinde solcu anlamına geliyor) izlediği New York Times, Washington Post, MSNBC gibi yayın organlarında da sinsi bir biçimde Sanders’ı yıpratma çabaları dikkat çekiyor. En son New York Times’ın pazar sayısında David Sanger’in Rusya Başkanı Vladimir Putin’in Sanders’i desteklediğini iddia eden hacimli bir makalesi birinci sayfaya taşındı. Sanger tezlerine hiçbir kanıt sunamamasına karşın, bilinçli bir biçimde Bernie’ye yönelik algı operasyonuna katkı sağlamış, seçmenin kulağına kar suyu kaçırmış oldu.
New York Times tartışma gündemini sınıf ve gelir adaletsizliği ekseninden uzaklaştırıp kimlik politikalarına çekme gayreti içerisinde. Toplumsal cinsiyet söylemi üzerinden ABD’ye bir kadın başkanın yaraşacağını telaffuz ederek Elizabeth Warren ve Amy Klobuchar’ı destekliyor.
Daron Acemoğlu'nun makalesi
ABD başkanlık seçimini tartışmak için önümüzde yeterli zaman var. Bu yazının asıl konusu Daron Acemoğlu’nun 17 Şubat 2020 tarihinde Project Syndicate sitesinde yayımlanan, “Sosyal Demokrasi Demokratik Sosyalizmi Yenilgiye Uğrattı” başlıklı makalesi olacak (yazının Türkçesini Okan Yücel çevirisiyle Medyascope sitesinde bulabilirsiniz).
Daron’un Bernie’nin adaylığından pek hoşnut olmadığı, onu fazlaca sol bulduğu anlaşılıyor. Yazıya ABD politikasında sosyalistlerin hiçbir zaman ulusal anlamda üst düzey bir göreve gelemeyecekleri şeklindeki yazılı olmayan bir kurala dikkat çekerek yaptığı girişten de bu tutumu rahatlıkla seziliyor. MIT’de ekonomi profesörü olan Daron Acemoğlu siyasi tercihlerinde tabii ki özgürdür. Son kitabı “ Dar Koridor “da dahil şu ana kadarki çalışmalarından Bernie Sanders gibi sol bir adayı ABD başkanlığı makamına layık görmemesi de kolaylıkla anlaşılabilir. Ancak makalede iki yanlış bilginin yer alması, Nobel’e aday gösterilen bir bilim insanı için oldukça manidar görünüyor…
Bernie kamulaştırmayı savunuyor mu ?
Doğrudur, özelleştirmelerin hayal kırıklığı yaratması, küresel krizden sonra gelir ve servet dağılımı uçurumlarının iyice tartışılır hale gelmesiyle “mülkiyet biçimleri” konusu yeniden tartışılmaya başladı. Jeremy Corbyn’in 2017 seçim manifestosunda posta, demiryolu, su ve enerji sektörlerini ulusallaştıracağı vaadiyle birlikte bu konu ciddi bir biçimde gündeme geldi.
İngiliz İşçi Partisi’nin hazırlattığı “Alternatif Mülkiyet Modelleri” raporuyla, ulusal, yerel yönetim ve kooperatif olmak üzere kolektif mülkiyet biçimlerinin nerelerde özel mülkiyete tercih edileceği irdelendi. Acemoğlu’nun yazısının sonunda küçümser bir tonla, teknoloji firmalarının öncülük ettiği küreselleşme çağında “toplumsallaşma” başarıya ulaşamaz deniliyor. Halbuki sözü edilen raporda teknolojik atılımlar özgürleştirici potansiyel barındırmakla beraber, bu imkanın ancak yeni kolektif mülkiyet biçimleriyle ortaya çıkacağı, artan işsizlik tehdidine ve sermayenin emek üzerindeki egemenliğine ancak böyle göğüs gerilebileceği savunuluyor.
Gelgelelim Acemoğlu’nun iddia ettiği gibi, Bernie Sanders hiçbir zaman üretim araçlarının kamusal mülkiyetini savunmamış, program önerilerini sosyal demokrasinin ötesine taşımamıştır. Konuşmalarında hep İskandinav modelini örnek aldığının altını çizmiştir. ABD’de Bernie Sanders’i destekleyen ve entelektüel anlamda katkı sağlayan Amerika’nın Demokratik Sosyalistleri (DSA) adlı grup da kuruluşundan beri sosyal demokrat çizgidedir. Grubun kurucusu ve fikri öncüsü Michael Harrington da ABD siyasetinin yapısı gereği “üçüncü bir cephe” açmak yerine Demokratik parti içinde çalışmayı tercih etmiştir. Sosyal demokrasinin tarihsel lideri Willy Brandt defalarca Harrington’un Avrupa sosyal demokrasisi çizgisinin seçkin bir temsilcisi olduğunu dile getirmiştir.
Bernie Sanders konuşmalarında sürekli Franklin Roosevelt’in 2. Dünya Savaşı sonrası gündeme gelen Yeni Anlaşması’na (New Deal ) referans vermekte, bunun ekolojik uyarlaması Yeni Yeşil Anlaşma’yı savunmaktadır. Herkes için sağlık, 15$ asgari ücret, üniversitelerin parasız olması gibi talepleri öne çıkarmakta, buna karşın mülkiyet biçimlerine ilişkin bir gündeme asla girmemektedir. Bu sınırlar çerçevesinde “demokratik sosyalist” sıfatını kullanmaya devam etmekte, kamuoyu araştırmaları da “sosyalizm” fikrinin özellikle gençler arasında taraftar bulduğuna işaret etmektedir.
En azından bilim etiği gereği bir insanı savunmadığı fikirler üzerinden yaftalamak yakışık almaz. Bernie’nin sahip çıktığı somut öneriler zaten sermaye çevrelerini fazlasıyla tedirgin ediyor, Daron Acemoğlu gibi “ müesses düzen “ yanlılarına yeterince malzeme sunuyor.
Merldner'e karşı
İkinci yanlış, Acemoğlu’nun örnek verdiği İsveç modeline ilişkindir. Gerçekten de İsveç sosyal-demokrasisinde ücretler Rehn-Meidner modeli çerçevesinde sendikalar ve işveren kuruluşları arasındaki toplu pazarlıkla saptanmaktaydı. Acemoğlu bu yöntemle üretim araçlarını kamulaştırmak yerine piyasa ekonomisi uygulandığını, böylelikle üretken firmaların serpilip geliştiğini, yatırımlara hız verdiğini söylüyor. Ancak 60’ların sonunda sendikaların radikal sol güçlerin çekim alanına girdiğini, demokratik sosyalizmi benimsediklerini ve bir anda “ücretliler fonlarının” ortaya çıktığını belirtiyor.
Halbuki, “ücretliler fonları” fikrini geliştiren de, Acemoğlu’nun sosyal demokrasiyi överken ismini hayırla zikrettiği, Rudolf Meidner’dir. Bilerek ismini telaffuz etmekten kaçınıyorsa da veya yeterince hakim olmadığı bir konuda kalem oynatıyorsa da kendisi açısından sorun vardır. Uzun bir tartışma olmakla birlikte, Meidner planı bir yönüyle 70’lerde işçi hareketinin güçlenmesinin, ileri talepler gündeme getirmesinin bir sonucudur. Çünkü karlardan işçiler de pay alacak, zaman içerisinde mülkiyet yapısındaki ağırlıkları ve karar alma süreçleri içerisindeki etkileri artacaktır. Bir yönüyle de, yükselen işçi ücretlerini frenlemek için o konjonktürde işverenlerin de onay verdiği bir uzlaşmadır. İlk uygulama 1984’te başlamış, 1992’de sağ hükümetler tarafından “tehlikeli görülerek” rafa kaldırılmıştır. Sol güçlendikçe doğal olarak böyle yaratıcı fikirler tekrar gündeme gelebilir. Nitekim İşçi Partisi’nin Eylül 2018’de açıkladığı Kapsayıcı Mülkiye Fonu (Inclusive Ownership Fund) Meidner’den esinlenmiş böyle bir açılım kabul edilebilir.
Özetle, Daron Acemoğlu’nun iddia ettiği gibi “sosyal demokrasi demokratik sosyalizmi yenilgiye uğratabilir” veya tarihsel süreç içerisinde tersi de ortaya çıkabilir. Bilim insanlarına düşen, gönül verdikleri takımın galibiyetini isteme haklarına halel getirmeden, en azından kadro dağılımı konusunda kamuoyunu doğru bilgilendirmektir. Aksi takdirde “amigo” durumuna düşerler.
BirGün / 25.02.20