Nuray Mert 15 Mart tarihli yazısında The Economist dergisinin Suriye’nin ölüm fermanını yazmaktan çekinmediğini anlatıyordu. Uluslararası alemin böyle “güzide” yayın organları ülkeleri berbat etmeye de, yeri geldiğinde abat etmeye de kendinde hak görür. Yeter ki oyunu kuralına göre oynayın, size biçilen role riayet edin. Türkiye bu kriterleri sağlamış olmalı ki, İngiliz Financial Times gazetesi 13 Mart günü, “Irak, 10 yıl geçti; ABD savaşı kazandı, İran barışı kazandı ve Türkiye ihaleleri kazandı” manşetiyle yayınlandı. Tipik bir “win-win” durumu, acaba sevinsek mi?
Haberde, “unutmadık” mealinde ABD birliklerinin işgali Türkiye üzerinden gerçekleştirmesine 1 Mart tezkeresiyle izin verilmemesinin Washington’u öfkelendirdiği dokundurmasının ardından, Türk işadamlarının Irak pazarını nasıl fethettiği ballandıra ballandıra anlatılıyor. 2012’de yüzde 25 artışla Irak’a ihracatın 10.8 milyar dolara ulaşarak Almanya’nın ardından ikinci sıraya yükseldiği vurgulanıyor. Adeta Birinci Körfez Savaşı’nda “bir koyup üç alma” hayaliyle yanıp tutuşan Turgut Özal’ın hayalinin gerçek oluşunun destanı yazılıyor…
Bizim şirketler Iraklıların zevk ve beğenilerine vakıfmış da, yerel beklentilere göre mal üretiliyorlarmış. Zaten Irak Türkiye’nin ticarete en elverişli komşusu. Oldu bitti de önde gelen ihracat kapısı. Olağan ticaret trafiğinin ambargolarla, savaş ve işgalle kesintiye uğradıktan sonra canlanmaya yüz tuttuğu anlaşılıyor. Petrol fiyatlarının yüksek seyretmesi bir tek dillere pelesenk edilen Venezuella’nın değil, haliyle, dünyanın en büyük petrol yataklarına sahip Irak’ın da döviz gelirlerini artırıyor. Peki ABD işgalinin ardından geçen on yıl vaat edildiği gibi Irak halkına refah, mutluluk, özgürlük getirdi mi? Financial Times gazetesi ihaleler, pazarlıklar derken, insani konulara satır bile ayırmadığı için bu konuda fikir sahibi olamıyoruz…
Peki, uluslararası sermayenin yayın organlarının ezilen ülke halklarının, bu örnekte Iraklıların encamıyla pek ilgisi yok da, sol-sosyalist basın “işgalin 10. Yılına” pek mi duyarlı? Üstelik tam on yıl önce, 15 Mart 2003 günü Amerika’da, İngiltere’de, İspanya’da milyonlar sokaklara dökülmüş, barış talebinde bulunmuş, savaş ve işgalin Irak halkına yıkım getireceğini haykırmıştı. Yanılmadılar, ne yazık ki öngörüleri doğru çıktı. Şimdi niye tarihin onları haklı çıkardığı bir konunun üzerine gitmiyorlar dersiniz? Bana kalırsa, Suriye konusundaki kayıtsızlıklarının şap gibi ortaya çıkmasından çekiniyorlar.
Irak konusunda, fikir sahibi olmak için, isterseniz “ateşin düştüğü yerde” bulunan Saddam muhalifi bir sosyaliste, Sami Ramadani’ye kulak verelim:
13 yıllık öldürücü yaptırımlar ve 35 yıllık Saddam diktatörlüğünü izleyen, 2003’teki Bush ve Blair’in şok ve korku harekatından on yıl geçtikten sonra benim bir zamanlar uygarlıklar beşiği olan eziyetler çekmiş ülkem dibe doğru batıyor.
Ahlaksız emperyalist müdahale ve diktatörlük yönetimi 1991’den beri bir milyondan fazla insanın ölümünden sorumludur. Tony Blair’e ve ABD eski dışişleri bakanı Madeleine Albright’a göre ise “bu fiyata değer”.
Sami Ramadani devamla; yaralıları, yerinden yurdundan olanları, travmaya uğrayanları bırakın henüz ölülerimizi bile sayamadık, diye yakınıyor. Dört milyon mültecinin varlığını patlama ve çatışmaların günlük bir olgu haline geldiğini, ABD ve İngiltere tarafından kullanılan radyoaktif silahların zararlı etkilerini, Felluce’de ABD’nin kimyasal silaha başvurduğunun kanıtlarını, elektrik, temiz su ve diğer temel hizmetlerin yokluğunun milyonlarca yoksul ve işsiz insanı nasıl mağdur ettiğini dile getiriyor.
Ramadani’ye göre, ABD’nin başını çektiği işgal güçlerinin yönlendirdiği “politik süreç” ve anayasa, mezhepsel ve etnik bölünmenin tohumlarını attı. İşgale karşı direnişi kıramayınca, ayaklarının Irak’a sağlam basması için “böl ve yönet” kuralına başvuruldu.İşgal, işkence, ölüm tugayları ve milyonlarca dolar marifetiyle ülkenin toplumsal dokusunu zayıflatmayı ve çoğu yabancı petrol şirketleri ile inşaat firmalarına ipotek edilen, Irak’ın doğal kaynaklarını ele geçirmek için salyalar akıtan, yolsuzluğa batmış bir egemen sınıfı yaratmayı başardı…
Irak’ın sorunları ve doğal olarak Sami Ramadani gibi yurttaşlarının acıları satırlara sığmaz. Ama bu kadarı Türkiye sermayesinin zaferini ilan ettiği zeminin arka planını tanımaya yeter herhalde. Üstelik AKP hükümeti çatırdayan bu ülkeyi parçalamak için elinden geleni ardına koymuyor. Suriye’de olduğu gibi Irak’ta da Sünni kartına oynamaktan geri durmuyor.
Özellikle Soğuk Savaş’da NATO blokunda yer almaktan başlayarak Ankara’nın dış politikasına eleştirel bakan bir mercekten, AKP’nin Türkiye’yi küme düşürdüğünü söylemek gerekiyor. Çünkü yakın zamana kadar, nasıl Anglikan İngiltere, Katolik Fransa’dan söz edilmiyorsa Sünni Türkiye söylemine de rastlanmıyordu. Artık ülkemiz yaygın mezhep sıfatıyla birlikte anılır hale geldi. Kuşkusuz hükümetin mezhepçi dış ve iç politikasının mimarları bu akıbetten rahatsız olmuyor, aksine gurur duyuyordur.
Irak gerçeğinde Suriye’nin yarınki suretini görme endişesi insanı irkiltiyor. Üstelik Suriye’de Türkiye sermayesinin iştahını kabartacak bir doğal kaynak pastası da bulunmuyor.
Türkiye’nin Irak’la ticaretinin yüzde 70’inden fazlası Kuzey Irak Özerk bölgesiyle yapılıyor. Kuşkusuz bu gerçekliğin tanınması, sınır bölgesiyle ticari ilişkilerin geliştirilmesi gerçekçi bir durum. Ama Irak’ın toprak bütünlüğünü göz ardı eden, ülkenin hukukunu tanımayan, etnik ve mezhepsel çatışmaları körükleyen bir zihniyete alkış tutmamız mümkün değil.
Dünyanın en büyük petrol tekeli Exxon Mobil’in Irak hükümetini by-pass ederek Barzani’yle bir petrol anlaşması imzalamasının verdiği cesaretle bölgeye paldır küldür dalınması büyük riskler de getirebilir. Üstelik Irak’ta en büyük iki ihaleyi almakla böbürlenen Çalık Enerji gibi firmaların ceplerine girecek Dolarlar bize iş, aş, refah mı getirir, yoksa başımıza yeni çoraplar örülmesine mi neden olur? Artık cevabını siz verin. (Bu tartışmaların haliyle o uçsuz bucaksız boru hatları labirentleriyle de ilgisi var. Irak’ta son gelişmeleri izlemek isteyenlere Mustafa K. Erdemol’un Suriye konusunda yazılmış en kapsamlı ve anti-emperyalist tavrıyla en ayağı yere basan çalışma niteliğindeki “Suriye Denklemi” kitabını okumaları tavsiye olunur.)
Türkiye Irak’a da Suriye’ye olduğu gibi öyle gözü kara, diplomasik dengeleri hiçe sayan bir biçimde dalıyor ki, ABD Büyükelçisi Francis Riccardione bile aşağıdaki sözlerle usturuplu biçimde ayar vermekten kendini alamıyor:
“Eğer bir Türk üreticisi olsaydım, Irak’ın bütünündeki tüketicilere erişimimi tehlikeye atmaktan kaçınırdım.” (Meali, bu kafayla giderseniz Bağdat’a, Basra’ya mal satmayı aklınızdan çıkarın… Riccardione’nin kaygısı ise, bölünmüş bir Irak’ın , İran-Suriye-Hizbullah hattına eklemlenmesi…)
Bizim derdimiz doğaldır ki ihaleler, pazarlıklar, oluk oluk dolarlar olamaz. Peki öyleyse kaygımız ne olmalı? İsterseniz cevabı, pekala Irak’a da uygulanabilecek yaklaşımıyla, hafta sonu ÖDP ve Avrupa Sol Partisi tarafından düzenlenen “Emperyalist Müdahale ve Barış” sempozyumunda konuşan Samandağı belediye başkanı Mithat Nehir versin:
“Aleviler, Sünniler, Hıristiyanlar, Ermeniler, Türkmenler, Kürtler Suriye’deki tüm etnik ve mezhepsel unsurların izdüşümleri bizim yöremizde de yaşıyor. Orada yaşanan her sorun bize de doğrudan yansıyor, insanların birbirine yan bakmasına neden oluyor, bir arada yaşam kültürümüzü zedeliyor…”
Birgün / 19.03.13