Bu rejimin tarihinde ülke topraklarını talan etmenin dışında bir başarı bulamazsınız. Dış politika fiyaskoları bir yana, eğitim, sağlık, ekonomi yönetimi çöktü. En son olarak orman yangınları karşısında, çaresizliğini açıklama çabaları da iflas etti. Bu fiyaskoları esas olarak iki etkene bağlayabiliriz: “Dünya görüşü” ve devleti “bir”leştirme çabası.
Şizofren - paranoyak
Siyasal İslamın AKP rejiminin “dünya görüşünü”, esas olarak iki vektörün bileşkesi olarak düşünebiliriz. Birincisi, kendi projelerini, arzularını, verili gerçekliğin yerine koymak. İkincisi, bu dünyayı tanrının, öncelikle de erkeklere, arzuları doğrultusunda kullanmaları ve tüketmeleri için bahşettiği geçici bir “durak” olarak görmek.
Birinci durumda, projeleri, arzuları gerçekliğin duvarına çarpınca, projelerini, arzularını boşa çıkarmak için komplolar kuran, onları kıskanan şeytani (çünkü, tanrı onlardan yanadır) emellere sahip dış güçler aramaya başlıyorlar. Verili gerçeklik ile akıllarındaki tasarımlar, beklentiler arasındaki uyumsuzluk, şizofren-paranoyak ve hemen her düş kırıklığında, yakıp yıkmaya öldürmeye, tecavüze eğilimli kafalar yaratıyor.
İkincisi, bu “dünya görüşü”, erkeğin, doğal kaynakları sınır tanımadan tüketme, kadınları ve çocukları, tanrının bahşettiği nesneler olarak, hazlarının doğrultusunda kullanma hakkına sahip olduğunu söylüyor. Bu hakkı sınırlayan yasalar, ahlaki kurallar ise kolaylıkla yok sayılarak aşılabiliyor.
Bu “dünya görüşünün”, iki unsurunu bir araya koyduğumuzda, siyasal İslamın “bu dünyanın”, ekonomi (üretim ve kaynak dağılımı), küresel ısınma, çevre kirlenmesi gibi sorunlarını, toplumsal ve insani öncelikler yerine, kendi arzularının gereğine göre değerlendirmesini, kaynakları ve kurumları da çözüm çabalarından, tüketime yönlendirmesini bekleyebiliriz.
“İstanbul Sözleşmesi”nden çıkıştan bu yangın krizi sırasında devletin araçlarının ve kurumlarının sefilliğine, AKP liderliğinin çay paketi atmaktan “gelip yağmur duasına çıkma” niyetine, hemen şeytani aktörlere aramasına, “Keşke benim evim yansaydı diyecekler” saçmalığına kadar, modern aklın kavraması olanaksız tepkilerine bakarak, bu beklentilerin doğrulandığını söyleyebiliriz.
Kapitalist devlet bu!
Kapitalist devletin en verimli biçimi olan parlamenter demokrasinin doğuş sürecini, kapitalist ekonominin ve toplumun, aristokrasinin /sultanlıkların merkezi yapısı ile yönetilemeyecek, bir kişinin iradesine bağlanarak “bir”leştirilemeyecek kadar karmaşıklaşmasıyla ilişkilendirebiliriz. Bu, kapitalist sınıfların geliştiği, birbirleriyle rekabet ve mücadele etmeye, toplumun çelişiklerinin toplumun dokusunu çözmeye başladığı bir süreçtir. Parlamenter demokrasi, bu rekabet ve mücadeleyi, barış içinde pazarlık yapma olanağına dönüştürmenin, sınıf çelişkilerini bir hukuksal kurumsal çerçeve içine hapsetmenin (olmazsa şiddetle bastırmanın) biçimlerini ararken şekillendi.
Kapitalist devletin, bir taraftan, bu rekabetin ve pazarlığın sinyallerini yansıtan, diğer taraftan toplumun gittikçe çeşitlenen ve karmaşıklaşan sorunlarına uygun biçimde uzmanlaşmaya başlayan kurumları birbirine bağlayan ve bu kurumları, çalışmaları için gerekli bilgiyi ve değerleri üreten entelijansiya örgütleriyle (“epistemik” topluluklarla) ilişkilendiren bir örüntü (network) olarak şekillendiğini düşünebiliriz.
Siyasal İslamın, “dünya görüşünün” devleti, liderinin, partisinin ve hareketinin “birliği” olarak tasarlaması, uzmanlığın yerine “davaya” sadakati koyması, bu örüntüyü çözmeye, adeta “elle tutulabilen”, hatta bir kişinin bedeninde maddeleşecek kadar basitleştirilmiş bir devlet yaratmaya başlamıştı. Bu süreçte, eğitim, sağlık ve ekonomi yönetimi çöktü, kadınlar çocuklar erkeğin arzularına terk edildi, ülke mekânları adeta “sultanın” dağıttığı “iltizam” ünitelerine dönüşmeye başladı, ülkenin kaynakları çoğu kez israf edilerek tüketilir oldu. Bu süreçte, son yangınlar, rant alanı açmak için ağaçları kesen, ormanları yok eden talancı kafa iklim krizini daha da ağırlaştırırken patlak verdi.
Şimdi yaşanmakta olan felaket bir “rastlantı” değil, bu rejimin “doğasında” var.
Cumhuriyet / 05.07.21