Bugünlerde ülkede, ilericiler demokratlar, laik cumhuriyetçiler iyimser; “bir şeyler değişmelidir” havasının egemen olduğunu düşünüyorlar. Ben “bu havaya” dikkatle bakınca, içinde “bir şeyler değişmelidir ki, her şey aynı kalsın” niyetinin gizlenmiş olduğunu düşünüyorum. Bu niyetin sınırları da adeta “Erdoğan gitmelidir”e indirgenmiş!
Kral gerçekten kral mı?
Kral, bazen gerçekten kral olduğuna, krallığın onda olmasını gerektiren bir öze, hatta Tanrısal özelliklere gerçekten sahip olduğuna inanmaya başlar. Bu, kralın, bir kurumsal yapı, simgesel sistem “kral sensin” dediği için kral olduğunu unutmaya başladığı, kurumsal yapının, simgesel sistemin bekasına ilişkin gereksinimlere aldırmadan davranmaya başladığı andır. O zaman onu orada tutan kurumsal ve simgesel yapının temsilcileri de “her şeyin (temsil ettikleri sınıfların ayrıcalıklarının) aynı kalması için kralın değişmesi gerektiğini” düşünmeye başlar. Bu noktadan sonra artık, “Kral gitsin mi kalsın mı?”, değil “Ne zaman ve nasıl gidecek” sorusu gündemdedir.
Türkiye’de Gezi olayından bu yana, siyasal İslamın AKP’de temsil edilen iktidarının dayandığı ittifakların temsilcileri ile bu iktidarın lideri arasında, önceki paragrafta tanımlamaya çalıştığım türden bir diyalektik gelişiyordu. İstanbul belediye seçiminin yenilenmesi, bu yenilenmenin siyasal İslamın iktidarının “bekası” açısından gündeme getirdiği vahim olasılıklar, bu diyalektiği, adeta bir aufhebung (yükselterek aşma) noktasına getirdi.
Şimdi, AKP içinden sesler yükseliyor, AKP eski liderliğinden “önemli şahsiyetler” siyaset sahnesinde ve kaçınılmaz olarak (“habitus” sorunu) üzerlerinde, “yeni vizyon gerekiyor”, “iki yıllık restorasyon”, “özgür basın, bağımsız adalet” gibi etiketler iliştirilmiş elbiselerle ve gerçekte bir vizyondan yoksun olduklarını açık eden “Macron modeli” gibi “fantezilerle” boy gösteriyorlar. Bu şahıslar, “her şeyin aynı kalması” için muhalefeti, verili simgesel sistemi, kurumsal yapılanmayı benimsemiş bir isim üzerinde birleştirip lideri değiştirmeyi amaçlıyorlar. Egemen sermaye, “liberal, sosyal demokrat, muhafazakâr, milliyetçi tabana oturmuş” ikinci bir ANAP rüyası görüyor. ANAP için bir askeri diktatörlük gerekmemiş miydi? Birincisi trajedi olunca ikincisi komedi olmayacak mı?
Muhalefeti bekleyen tuzak
Böylece demokrasi mücadelesinde muhalefetin yolunun üzerinde çok tehlikeli bir tuzak kurulmuş oluyor: “Liderden” kurtulmak uğruna laiklikten, sosyal adaletten, bireysel özgürlüklerden, eşitlikten söz etmeyen bir “demokrasiden” konuşmaya çalışmak!
Laiklik, dinin, dinle gelen kurumsal ayrıcalıkların, devletin ve siyaset alanının dışına çıkarılması, dinin, “kutsal” adına düşünce özgürlüğüne getirdiği kısıtlamaların, bireyler ve cinsiyetler arasındaki eşitsizliklerin yasalarla etkisizleştirilmesi, devletin tüm dinlere ve kimliklere aynı mesafede olması anlamına geliyor. Eşitlik ise, inanç, cinsiyet, etnisite farkı gözetmeden herkesin yasalar karşısında eşit, bedenlerin de devletin baskısından kurtulmuş olması anlamına geliyor. Bu eşitliğin ve özgürlüklerin sınırları da demokrasinin sınırlarını gösteriyor.
Belediye seçimlerinden bu yana muhalefetin bayrak edindiği “her şey çok güzel olacak” sloganının içeriğini henüz tam bilemiyoruz. Ancak bu bayrağı taşıyan İmamoğu’nun, dinin devlet ve kamu içindeki yeri, kamu özel ayrımı konularındaki kimi pratikleri, Demirel, Özal, Türkeş ile ilgili ifadeleri, akla, kimi sorularla birlikte “bir şeyler değişmelidir ki, her şey aynı kalsın” niyetini getiriyor.
Diğer taraftan, muhalefetin önünde dikkatle incelemesi gereken bir Syriza deneyimi var. Bu deneyim, “her şeyin” temel özelliğini değiştirmeyi amaçlamadan, bir şeyleri değiştirmekle yetinmenin nasıl bir fiyaskoyla sonuçlandığını gösteriyor. Syriza başlangıçtaki hedeflerinin tam aksi politikaları benimsedi. Halkın referandumda “hayır” demesine karşın kemer sıkma programını uyguladı. Böylece hem kendisi değişerek başka bir şey oldu. Hem de o “her şey”i “Altın Şafak” yağına bulanmış “Yeni Demokrasi” partisine teslim etti.
Cumhuriyet / 11.07.19