Hegemonya sorunu ve ABD’nin küresel sistemdeki yeri, dünya siyasetinin en önemli konularından biri. Türkiye’de de bu konu çok ilgi çekiyor. Küreselleşme karşıtı olduğunu ilan etmiş olan Trump yönetiminin seçimleri kaybederek yerine Biden’in gelecek olması, ABD’nin eski siyaseti yeni koşullar altında yeniden izleyeceği beklentisine yol açtı. Büyük bir olasılıkla ABD’nin eski küreselleşmeci rolüne tekrar dönmesine ve hegemonya kaybını durdurma çabalarına tanık olacağız. Bu yazıda, aslında Obama döneminde başlayan ve Trump döneminde yoğunlaşarak devam eden bazı siyasi yönelimlerine bakarak, Biden yönetiminin ABD hegemonyasını restore etme çabasını ve bu konudaki açmazlarını tartışacağım.
Liberal uluslararası düzenin sonu mu?
Liberal uluslararası düzen kavramı bana ait değil. Çok sayıda ABD’li uzman 1945 sonrasında ABD hegemonyası altında kurulu düzeni bu kavramla tanımlamayı tercih ediyor. Başta John Ikenberry olmak üzere birçoğu artık bu düzenin sonuna gelmiş olabileceğimizi kabul ediyorlar. Liberal uluslararası düzenden kasıt ise, ABD liderliğinde kurulan, iktisaden liberal, uluslararası örgütlere dayanan, yine ABD liderliğindeki güvenlik yapılanması sayesinde işleyen, dahil olması serbest hatta teşvik edilen, ama yazarlar bu kısmına hiç değinmeseler de, dışında kalmanın ağır bedeller getirdiği bir uluslararası sistem. Yani girmesi kolay, çıkması zor ve yüksek maliyetli bir düzenden söz ediyoruz. Örneğin, Türkiye bu düzenin ilk başından itibaren doğrudan bir parçası ve arada özerklik arayışları olmasına rağmen buradan hiç çıkmadı.
Bu sistemin kurallarına, dönüşümlerine uyum gösterdiğiniz takdirde çok fazla sorun çıkmıyor. ABD ile ilişkiler yolunda gidiyor. İktisaden açık olmak, bölgesel güvenlik meselelerinde Batı merkeziyle işbirliği yapmak, o dönem hangi ekonomik model geçerliyse içte onu uygulamak ve pazarlığa tabi olmakla birlikte tercihen açık bir toplum düzenine sahip olmak bu düzenin olmazsa olmazları.
ABD’nin kurduğu ve IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi örgütlerin düzenleyiciliğinde işleyen, doların uluslararası ticaret ve rezerv para olduğu, NATO ve benzeri uluslararası örgüt ve ikili ittifak anlaşmaları sistemine sahip bu sistemin işleyişinde özellikle son 10 yıldır ciddi sorunlar yaşanıyor. Bunun biri küresel kapitalizmin işleyişinden kaynaklanan yapısal, diğeri de Çin yükselişinden ve kısmen Rusya’nın kontrol edilememesinden kaynaklanan konjonktürel nedenleri var.
Obama mirası
ABD, 2000 yılından itibaren hem küresel sistemdeki yeri konusuna, hem de Çin sorununa partilerüstü bir anlayışla yaklaşıyor. Burada üç tane ana eksen var. ABD’nin hegemonik pozisyonunun getirdiği maliyetlerin müttefikleriyle paylaşılması, müttefikleriyle ticaret ilişkilerinin ABD lehine dönüştürülmesi ve Çin’in yükselişinin baskılanması ve bunun yarattığı jeopolitik sorunlarla mücadele. Bu üç temel politika yönelimi Obama döneminde iyice belirginleşti. Obama görev süresinin sonuna doğru bu konudaki rahatsızlığını daha açık dışarı vurmaya başladı, müttefiklerini, bu konudaki literatürde teknik bir terim olan “free rider” (beleşçi) olmakla suçladı, Amerikan yatırımlarını geri çağırdı (insourcing), kendisinin Pasifik başkanı olduğunu vurguladı ve Çin’i çevrelemeyi hedefleyen Rebalance (Yeniden dengeleme) ve Pivot Asia politikalarını başlattı, ABD’nin gücünü tüketen müdahalecilikten vazgeçtiğini ve Afganistan ve Irak gibi yerlerden asker çekeceğini açıkladı.
Trump'ın başarısız kalan atağı
Trump, Obama döneminde başlatılan bu dönüşüm denemesini daha vulgar ve zorlayıcı bir şekilde, deyim yerindeyse kırıp dökerek devam ettirdi. ABD’li şirketlerin Çin’den çıkması ve yatırımlarını ABD’ye taşımaları için baskı yaptı, müttefiklerini aşağıladı, Almanya ile gerilim yaşadı, neredeyse 50 yıllık ABD politikası olan AB bütünleşme sürecini baltaladı ve AB’nin dağılması için çabaladı, Brexit’i destekledi, NATO’yu tartışmaya açtı, Çin’i ticaret anlaşması yapmaya zorladı. Trump yönetiminin bu hamleleri hiçbir beklenen sonucu ve yararı sağlamadı, hatta bazılarında geriye bile gitti. Çin ile ticaret anlaşması yapıldı ve Çin ABD’den 200 milyar dolar ithalat yapmayı kabul etti ama bu rakamın yanına yaklaşılamadı. Çin’deki şirketlerin sadece yüzde 3’ü yatırımlarını ABD’ye kaydırdılar. Çin ile dış ticaret açığı azalmadı, Ağustos 2020’de aylık 64 milyar dolar ile tarihi zirvesini yakaladı. Çin’in çevrelenmesi sürdü ama Çin başta Afrika olmak üzere iktisadi araçlarını kullanarak yatırım ve jeopolitik kazanımlar sağlamaya devam etti. AB süreci sarsıntıya uğradıysa da yıkılmadı, yıkılmasının ABD’ye ne gibi bir faydasının olacağı ise anlaşılamadı. Irak, Afganistan ve hatta Almanya’dan asker çekme süreci devam etti. ABD bundan sonra gücünü daha çok Pasifik’e yöneltecek ve bu siyaset Biden yönetimi altında devam edecek.
Biden ile gelen
Trump’ın içte kutuplaşma, kurumları erozyona uğratma ve müttefikleriyle ilişkileri bozma politikası ABD’yi güçlendirmedi, daha da zayıflattı. Biden’ın ilk görevi bu hasarı onarmak olacak. İçeride ılımlı mesaj ve kurumların itibarını geri vermek en kolayı. Müttefiklerle arayı düzeltmek de kısmen daha kolay olabilir. Hem Avrupa’da hem de ABD’nin Asyalı müttefikleri arasında bu konuda yüksek bir beklenti var. Ayrıca, Trump döneminde “tek taraflılık” (unilateralism) adına uluslararası örgütlere yönelik küçümseme, ABD’yi bu örgütlerden uzaklaştıran dışlayıcı tutum da değişecek. Trump yönetimi Dünya Ticaret Örgütü’nün bazı mekanizmalarını zayıflattı, bu örgütü ABD’nin egemenliğine müdahale etmekle suçladı, Dünya Sağlık Örgütü'nden çıkma kararı aldı. Buralarda da ABD’nin yeniden bir tamir sürecine girmesi bekleniyor. Trump yönetiminin, Çin ile mücadele ederken neden en yakın müttefikleriyle ilişkilerini bozduğu, Çin’i “sistemik rakip” olarak tanımlamış olan AB’yi küçümsediğini, NATO gibi ABD hegemonyasının en önemli küresel dayanağı olan bir örgütü zayıflatmaktan söz ettiğini anlamak zaten mümkün değildi.
Ama ABD hegemonyasının konumuna ilişkin olarak özellikle Çin konusunda hareket alanı giderek daralıyor. ABD’nin ticaret baskısı karşısında Çin bir süredir “nitelikli büyüme” stratejisine geçti ve beşinci kuşak teknolojilere yoğunlaşmaya başladı. Ayrıca, dış ticarete olan bağımlılığını azaltmak için uzun bir süredir içteki talebi artırmaya çalışıyor. Bunun getirdiği bazı sorunlar var tabii. Talep artışı için tasarruf oranının azalması gerek, tüketim için gelirlerin yükselmesi şart ama bu da beraberinde üretim maliyetlerinde artışı getirecek vs.
Biden yönetiminin, Trump öncesi küreselleşmeci döneme tam olarak geri dönmesi şu anda mümkün görünmüyor. Yeni yönetimin önünde çok ciddi sorun ve açmazlar var.
Biden’ın açmazı
Demokratlar Carter yönetiminden bu yana ama özellikle Clinton döneminde liberal uluslararası düzenin önde gelen savunucuları oldular. Çok taraflılık, yani dünya işlerinde müttefiklere danışma, bazen onların da çıkarlarını gözetme, uluslararası hukuka yeri geldiğince uyma, uyuyor gibi yapma, uluslararası örgütleri destekleme, sayısını artırma, sivil toplum örgütlerine destek olma, açık bir küresel ekonomik sistemi destekleme, neoliberal küreselleşmeyi yayma, genişletme ve buna eşlik eden insan hakları ve demokratikleşmeyi savunma bu siyasetin ana hatları oldu. Biden, daha seçilmeden önce Foreign Affairs dergisinin Mart/Nisan 2020 sayısında izleyeceği politikanın işaretlerini verdi. Bu programı uygularsa Clinton döneminin politikasına bir geri dönüş olur. Oysa, dünyadaki güç dağılımı 1990’lardan bu yana çok farklılaştı. Biden’ın bu noktada en temel açmazı, aynı anda hem artık ABD’nin “stratejik rakip” olarak tanımladığı Çin ile mücadele etme, hem de bu koşullarda liberal uluslararası düzeni tekrar tesis etmeye çalışmak olacak. İlki daha realist ve jeopolitiğe ağırlık veren bir siyaset iken, ikincisi genel hatları belli olan liberal bir siyaseti içeriyor.
Bu durumda Biden yönetimi ilk aşamada Çin’i, küresel sistemde, çok dillendirilen “sorumlu paydaş” olma konumuna çekmeye çalışacak, uzlaşma yollarını arayacak ve belki Güney Çin Denizi gibi bazı alanlarda Pekin’e ödün vererek yatıştırma siyaseti izleyecek. Çin’i, küreselleşmeyi selektif olarak kullanmaktan vazgeçirmeye çalışacak. Trump’ın zorlayarak yapmaya çalıştığı politikayı diplomasiyle deneyecek. Ticaret savaşına bir son verdiğini açıklayacak. Bu da büyük bir olasılıkla ABD’nin liberal dediği düzeni Çin’i dahil ederek yeniden kurmak için yapacağı son hamle olacak. Çin’in buna ABD’nin beklediği karşılığı verme ihtimali düşük. Çin, bir tür sabır politikası izliyor ve zamanın kendi lehine çalıştığının hesabını yapıyor. Çin’e yönelik bu son bir içselleştirme denemesi başarısız olduğunda dünya siyasetinde gerilim daha da artacak. Biden yönetimi bir yandan dış politikada liberal bir çizgi tutturmaya çalışacak ama aynı zamanda Çin’i daha katı bir şekilde çevrelemeye, baskılamaya çalışacak.
İkinci bir ihtimal, yeni ABD yönetiminin uzlaşma aramadan doğrudan Çin’i sıkıştırmaya çalışması. Bu Trump yönetiminin denediği ama işe yaramayan bir yöntemdi. Dolayısıyla, şu anda daha düşük bir olasılık olarak görülüyor.
ABD hegemonyası bütün sıkıntı, içsel, artan küresel ve yapısal zayıflıklarına rağmen bir süre daha devam edecek. Bunun hangi koşullarda ve hangi siyasetin öne çıkarak süreceğini özellikle Çin ile kurulacak yeni ilişkiler ve Çin’in yeni yönetime vereceği karşılık belirleyecek. ABD 1860’ların sonlarından bu yana dünyanın en büyük ekonomisi, 1945’ten bu yana ise küresel hegemonik gücü. Bir süredir, küresel sistemdeki yerinin sarsıldığı, kurduğu düzeni yürütmekte zorlandığı bir sürece girdi. İlk kez gerçek ama adı konmamış bir hegemonik meydan okumayla karşı karşıya. Biden yönetiminin göreve başlamasıyla birlikte bu en ciddi sorunla nasıl baş etmeye çalışacağını göreceğiz. Ama buradan acele bir ABD hegemonyası çöküyor sonucu çıkarmanın doğru olmadığına daha sonraki yazılarda değineceğim.
Gazete Duvar / 30.11.20