Fransız hükümeti, aylardır üzerinde çalıştığı işsizlik sigortası “reformu” ile ilgili sendikalarla yaptığı görüşmelerde sona yaklaşmış durumda. Ancak birçok kişi, bu görüşmelerin yalnızca bir formalite olduğunu düşünüyor. Hükümetin gündeminde işsizlik ödeneğine erişimin kısıtlanması ve ödenekten yararlanma süresinin kısaltılması bulunuyor. Sendikacılar ise hükümeti, toplumun en yoksul kesimi üzerinden tasarruf yapmakla suçluyor.
Bu hafta Almanya’dan iki makale seçtik. İlki 1949’da kabul edilen ve uygulamaya giren Grundgesetz yani Alman Anayasası'nın 75. yıl kutlamaları üzerine. Anayasa insan onurunun vazgeçilmez olduğunu, ifade ve basın özgürlüğünün garanti edildiğini belirtmesine rağmen, iltica hakkının gasbı, Ukrayna ve Filistin’deki gelişmelere bağlı olarak devlet politikasına muhalif olanların neredeyse terörist ilan edildiği koşullarda yapılan tantanalı kutlamalar sadece göz boyayıcı.
İkinci makale ise Ukrayna Savaşı’nda Rusya’nın dondurulan varlıklarının faiz gelirlerinin kullanılacak olmasının kapitalist emperyalist ülkelerin başını da ağrıtabileceğine dikkat çekiyor. Örneğin Almanya, sömürgecilik ve faşizm döneminde yaptıklarından dolayı tazminat ödemeye mahkum edilebilir, kabul etmezse merkez bankası varlıkları dondurulabilir ve faizinden tazminat ödenebilir.
İngiltere merkezli The Counterfire’dan Viviana Biasco’nun makalesi ise, İtalya Başbakanı Meloni’nin ülkenin faşist geçmişiyle olan rahatsız edici ilişkisi etrafında dönen son tartışmaları inceliyor.
İşsizlik sigortası: Son yılların ‘en acımasız’ reformuna doğru mu?
Cyprien BOGANDA
Humanité
Fransa’da sendikalarla sahte istişareler devam ederken, işsizlik sigortasının gelecekteki reformunun ana hatları daha da netleşiyor ve en kötüsüne dair korkuları artırıyor.
İstişareler ise tamamen formalite icabı yapılıyor ve artık pek çok kişiyi şaşırtmıyor.
Hükümetin bahsettiği seçenekler arasında ödeneğe erişim koşullarının sıkılaştırılması (6 aydan 8 aya çıkarılması), azami ödenek süresinde olası bir kısaltma ve yaşlıların daha uzun süre ödenek almasına olanak tanıyacak şekilde yaş sınırlarının arttırılması yer alıyor.
Çalışma Bakanı Magnanime, “Hükümetin taslağının istişareler sonrasında değişebileceğini” garanti ediyor, ancak büyük olasılıkla ana yönelimlerin pek değişmeyeceği söylenebilir. Reformun hedefi 90 bin kişiyi işe geri döndürmek (Reformun şiddeti göz önüne alındığında bu rakam hem yetersiz bir şekilde destekleniyor hem de çok düşük) ve özellikle yılda 3.6 milyar avro tasarruf sağlamak, ki bu da muazzam bir rakam.
“Bu, son yıllarda uygulanan işsizlik sigortası reformlarının en serti olabilir” diyor (Genel Emek Konfederasyonu) CGT’den Denis Gravouil. “Henüz kesin bir rakam yok, ancak gelecek temmuz ayından itibaren 400 bin kişiye kadar kişi işsizlik ödeneğinden çıkabilir. Bu kişiler özellikle, çalışma süresinin sonunda işsizlik maaşı almayı düşünen geçici işçiler olacak çünkü gerekli çalışma süresinden yoksun olacaklar.”
Michel Beaugas (İşçi Güçü Sendikası-FO) ise bu reformun daha öncekilerle aynı doğrultuda ve aynı saplantıyla yapıldığını düşünüyor: “Hükümetin amacı iş arayanları yoksullaştırarak her işi kabul etmelerini sağlamak. Bu aynı zamanda toplumun en güvencesiz üyelerinin sırtından tasarruf yapmanın da bir yolu: Kamu açığını kapatmak için üç kuruş alan onlar. Bu bir skandal”
Genel olarak sendikalar, tıpkı öncekilere karşı olduğu gibi bu reforma karşı da ayaklanmış durumda. Sahada protestolar örgütlenmeye başladı. CGT, Fransa genelindeki France Travail ofislerinin önünde gösteriler düzenlemeye başladı bile.
Çeviren: Eren Can
İtalya faşizme mi dönüyor?
Viviana BIASCO
The Counterfire
“Faşizm, kapitalizm artı cinayettir”/ Upton Sinclair
Bugün İtalya’nın siyasi ortamına önemli gerilimler damgasını vuruyor. Sağcı İtalya’nın Kardeşleri Partisinin Lideri Başbakan Giorgia Meloni, yönetiminin başbakanlık makamının yetkilerini arttıracak anayasal reformlar ve katı göç politikaları da dahil olmak üzere bir dizi tartışmalı konuya odaklanması nedeniyle mevcut siyasi ortamı şekillendiren merkezi bir figür. Tüm bunlar ulusal bir krize yol açmış durumda. İtalyanlar, onu neofaşist olarak görenler ile ‘Tanrı, vatan ve aileyi’ savunma görüşüne katılanlar arasında bölünmüş durumda. Ancak Meloni’nin partisinin tarihsel olarak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra eski faşistler tarafından kurulan İtalyan Sosyal Hareketi (MSI) ile bağlantılı olduğu şüphesiz.
Meloni, Mussolini’nin ırkçı yasalarını alenen kınamış ve diktatörlüğüyle arasına mesafe koymuş olsa da, hükümeti faşist sembollerin ve faşizmin rehabilitasyonuna ilişkin endişeleri artıran söylemlerin geri getirilmesi nedeniyle birçok olaya karışmış durumda. Meloni hükümeti, iktidar koalisyonu içinde çeşitli iç çatışmalarla ve faşist İtalya’ya geri dönme korkusu nedeniyle kamuoyunun tepkisiyle karşı karşıya kaldı. Örneğin önemli bir tartışma, İtalyan ordusunun Mussolini rejimi için savaşan askerlere saygı duruşlarını içeren 2024 takviminin yayımlanmasıyla ortaya çıktı. Bu hamle muhalif politikacılar ve antifaşist aktivistler tarafından eleştirildi ve hükümet faşizmi rehabilite etmeye çalışmakla suçlandı. Meloni yönetimi ocak ayında Roma’da aşırı sağcı aktivistler için düzenlenen bir anma töreninde yüzlerce katılımcının faşist selamı verdiği bir etkinliğin ardından da baskı altında kaldı. Meloni’nin partisinin üyelerinin de katıldığı bu etkinlik, faşizmin teşvik edilmesine karşı daha güçlü yasalar çıkarılması ve Başbakanın daha net bir kınama yapması çağrılarına yol açtı.
Nazi sembollerini sistematik olarak kaldıran Almanya’nın aksine, İtalya hâlâ faşist tarihinin sayısız kalıntılarıyla boğuşuyor ve bu da mevcut siyasi gerilimlere katkıda bulunuyor. Aslında İtalya’da Mussolini dönemine ait 1400’den fazla anıt ve sokak tabelası belgelendi, bu durum ülkenin faşist geçmişiyle nasıl başa çıkacağı konusunda tartışmalara yol açtı. Daha da radikal olarak, Fransa’nın kürtajı temel bir insan hakkı olarak kabul etmesinin ardından İtalya, kürtajın suç sayıldığı faşist geçmişine geri dönüyor gibi görünüyor. Geçtiğimiz ay İtalyan Senatosu, Meloni’nin kürtaj karşıtı aktivistlerin kürtaj kliniklerine girmesine olanak tanıyan yasasını kabul etti. Meloni sık sık tarihi hafızayı onurlandırma argümanını kullanıyor, ancak faşist bir hükümetin onur verici hiçbir yanı yoktur.
Alman devleti sık sık tarihin tekerrür etmemesi için hatırlamak gerektiğini savunup Filistin’deki soykırımı görmezden gelirken, Meloni’nin daha da yüzsüz olduğu görülüyor, adeta tekrarlamak için hatırlıyor.
Çeviren: Sarya Tunç
Sonunda savaşa hazırız
Stefan HUTH
Junge Welt
Eski Dışişleri Bakanı Hans-Dietrich Genscher’in (FDP) bir zamanlar alçak gönüllü şekilde söylediği gibi, “Dünyanın en iyi anayasası”nın bu yarım daire şeklindeki yıl dönümünde, kutlama ve vitrin konuşmalarının yanı sıra diğer resmi kutlama fırsatları da eksik olmayacak. Anayasa (Almanca Grundgesetz yani GG), 23 Mayıs 1949’da Bonn’da törenle ilan edildiğinde, Parlamento Konseyindeki “babaları”, bu anayasanın geçici olduğunu vurguladılar. Federal Almanya Cumhuriyeti ile Demokratik Alman Cumhuriyeti’nin “yeniden birleşmesinden” sonra 146. madde uyarınca “Alman halkının özgür kararıyla kararlaştırılan” bir anayasanın yerini alması gerekiyordu.
Bu hızla unutuldu ve demokratik fırsat boşa gitti. Dolayısıyla GG, onlarca yıl boyunca geçici bir çözüm olarak dokunulmaz olmaktan çok uzak kaldı. Ve bugüne kadar, metni siyasi ve ekonomik ihtiyaçlara göre uyarlandı, dolayısıyla tarihi, temel hakların kısıtlanması ve ortadan kaldırılmasının tarihi oldu. Partisini Hugo Paul ile birlikte Parlamento Konseyinde temsil eden ve GG’ye karşı oy kullanan Almanya Komünist Partisi KPD Başkanı Max Reimann, akıllıca bir öngörüde bulunmuştu: “Yasa koyucular, halk karşıtı politikaları sırasında kendi anayasalarını çiğneyecekler. Ama biz komünistler, bu anayasada yer alan birkaç demokratik hakkı, yasanın yazarlarına karşı savunacağız.” 1956’da KPD, Federal Anayasa Mahkemesi tarafından yasaklandı.
1990’dan bu yana Doğu Almanya’nın Almanya’nın küresel tanınırlık arzusuna sınırlama getirdiği günler de geride kaldı. Mart ayında 25. yıl dönümünü kutlayan Yugoslavya’ya karşı yasa dışı saldırı savaşıyla, Yeşil İttifak’ın desteğiyle (Sosyal Demokrat Parti) SPD Şansölyesi Gerhard Schröder yönetiminde “Ordu üzerindeki tabuların kaldırılması” sağlandı; kendisi daha sonra bunu ana başarı olarak gösterip övündü. Görev süresi boyunca Alman ordusu Belgrad’ı ve Sırbistan’ın diğer yerlerini bombaladı. İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden sonra ilk kez, anayasada yer alan barış şartı rafa kaldırıldı ve Alman emperyalizmi yeniden sınırsız bir şekilde eyleme geçti.
Yugoslavya’ya saldırıdan beri 25 yıldır işler hızla ilerliyor ve hukuk aygıtı da dahil olmak üzere toplumun tüm alanları “savaşa hazır” hale getiriliyor. İç cepheyi düzeltmek için temel haklar yıkılıyor, ifade özgürlüğü, toplanma özgürlüğü ve basın özgürlüğü bazı durumlarda kısıtlanıyor. İster Filistin gösterisi olsun, ister 8 Mayıs’taki kurtarıcıları anma töreni olsun, idari veya polis tarafından tüm cephelerde barış ve düzen sağlanıyor ve iç gizli servis, eleştirel sesleri gözlüyor. Federal Anayasayı Koruma Dairesi tarafından devlet çizgisinden farklı düşünen bir “grup insan”, yıkıcılar ve devlet düşmanları görülüp suçlu sayılıyor.
“Demokrasiyi kutlamak” -cuma gününden itibaren başkentte Reichstag binası çevresinde GG yıl dönümünün kutlanacağı slogan bu, “dönüm noktasına” uygun olarak incelikli bir şekilde çerçevelenmiş ve Alman ordusu tarafından yönetilmiş durumda: Muhafız taburu ve bando gösterisi kutlamaların ana parçası. Kutlamalar sırasında ziyaretçiler “becerilerini” kullanarak “Ordunun gençlik subaylarıyla yerinde sohbet etme” ve top yemi olarak hizmet etme fırsatı buluyor. Alman ordusunun web sitesinde belirtildiği gibi, “Ordunun askeri polisi ve özel kuvvetleri de bölgede bulunuyor.”
Alman askerleri “toplumun ortasından” büyük dünyaya her gün yeni göç nedenleri yaratmaya yardımcı oluyor. Ancak savaş mağduru mültecilerin ne yazık ki dışarıda kalmalarını sağlayacak önlemler alındı: Anayasal güvence altına alınan temel sığınma hakkı da siyasi açıdan uygun hale getirildi ve fiilen kaldırıldı.
Çeviren: Semra Çelik
Büyücünün çırakları
Reinhard LAUTERBACH
Junge Welt
Ukrayna Savaşı’nın yavaş yavaş Batılı sponsorların ve Kiev liderliğinin boyunu aştığına dair işaretler artıyor. Parayla başlayalım: Dışişleri Bakanı Baerbock, kabine meslektaşı Savunma Bakanı Boris Pistorius’un Ukrayna’ya yönelik askeri yardımın bu yıl için bütçelendirilmiş olan 7.1 milyar avrodan 10.9 milyar avroya çıkarılması yönündeki talebini kabul etti. Bu yüzde 53’lük bir maliyet artışı ve kimse daha fazlasının olup olmayacağını bilmiyor.
Biraz para üzerinde duralım: AB artık Rusya merkez bankasının dondurulan bakiyelerinden elde edilen faiz gelirlerini “Ukrayna için” kullanma yetkisini kendisine verdi. Elbette bu yanlış bir tanımlama: Faiz olan milyarlarca avronun yüzde 90’ı Kiev’e gitmiyor, daha ziyade Brüksel gazetesinin “Avrupa barış aracı” adını icat ettiği muhasebe kalemine akıyor: bu ortak satın alma fonu AB’nin savunma başkentini sübvanse ederken silahlara da mali destek sağlıyor. Masraf ediyorsanız, en azından ekonomik fayda sağlamalıdır.
Bu karar uzun süredir tartışmalı çünkü kapitalist mülkiyetin kutsal garantisine tecavüz ediyor. Özellikle Alman tarafı aylardır böyle bir müdahalenin tehlikeli bir emsal teşkil edebileceğini savunuyordu. Çünkü Rusya merkez bankasının parası sözde egemenlik dokunulmazlığıyla korunuyor. Ve Federal Cumhuriyet, Namibyalılar, Yunanlılar, İtalyanlar veya Polonyalılar, Sömürge Savaşı veya İkinci Dünya Savaşı’ndaki Alman katliamları nedeniyle tazminat talebinde bulunduklarında bu dokunulmazlığı rutin olarak ifade ediyor. Bu model aslında Berlin’in başını ağrıtabilir. AB’nin sermayeyi değil de sadece faizi kendi cebine yönlendirmesinin nedenlerinden biri bu olabilir. Konunun sermaye açısından ne kadar riskli olduğu, ABD’nin AB’den Rus varlıklarına erişmesini istemekte her zaman hızlı davranması da açıkça ortaya çıkıyor. Ellerinde çok daha az Rus devlet parası var, dolayısıyla kendileri hiçbir şeyi riske atmadan bu parayı talep edebilirler.
Her şeyin bir an durup içine girdiğimiz dinamikleri düşünmemiz gerektiğini söylediği bu durumda Ukrayna tam tersi bir hedef peşinde, amacı sponsorlarını savaşın daha da derinlerine sürüklemek. Mevcut hukuki görüşe göre bu onları açıkça savaşın tarafı haline getirecek olsa bile, Ukrayna hava sahasını kendi topraklarından atılacak füzelerle savunmalılar. Kiev bu korkuları umursamıyor. İnsani açıdan konuşursak, bu anlaşılabilir bir durumdur. Ukrayna, Boris Johnson’ın kendisini gücünün ötesinde bir şeye sürüklemesine izin verdi. Neden başkaları bu karışıklıktan kendilerinden daha iyi bir şekilde çıksınlar ki? Kaybedenler genellikle nihilist olma eğilimindedir: Ben kaybettim onlar da kaybetsin!
Çeviren: Semra Çelik
Evrensel / 26.05.24