İsrail’in Beyrut’un güneyini hedef alan saldırılarından sonra karşılık verme açıklamasında bulunan Hizbullah’ın, İsrail hedeflerini vurması bu hafta Arap dünyasının en önemli gündem başlığıydı.
Peki bundan sonra ne olacak? Hizbullah bu saldırılarla yetinecek mi? Arap gazeteci ve uzmanlar bu konuda farklı düşünüyor. Kimisi Hizbullah’ın asıl karşılığını daha sonraki süreçte vereceğini yazarken kimisi de Hizbullah’ın ancak bu kadarını yapabileceğini düşünüyor.
İran’a ve direniş ekseni olarak adlandırılan İran-Suriye-Hizbullah hattına yakın gazeteler, Hizbullah’ın İsrail hedeflerini vurmasını “Nasrallah sözünü tuttu” şeklinde kutlarken, özellikle Suudi eksenine yakın basında ise Hizbullah, Lübnan’ın yaşadığı sıkıntıların temel nedeni olarak gösterildi.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın göçmenlerle ilgili “kapıları açarız” çıkışı Arap medyasında geniş yer buldu. Kimi gazeteler Erdoğan’ın çıkışını içerideki dengelere bağlarken, kimisi de Türkiye’nin Avrupa ve ABD karşısında sabrının tükendiğini yazdı.
Filistinli genç kadın İsra Garib’in ailesi tarafından katledilmesi bu hafta Arap dünyasındaki en dikkat çekici olaylardan biri oldu. 21 yaşındaki İsra Garib, evlenmek istediği adamla bir görüntüsünü sosyal medya hesabında paylaştığı için ailesi tarafından öldürüldü. Ailesi bunun bir “namus cinayeti” olduğunu reddederek, İsra’nın ölüm nedeni olarak “içine cin kaçtı”, “kalp krizi geçirdi” şeklinde farklı farklı iddialarda bulundu.
Özellikle Arap kadın yazarlardan İsra’nın öldürülmesine sert tepkiler geldi. Erkek egemen sistemi hedef alan yazarlar, bu sistemi kabul etmeye devam edildiği sürece kadın cinayetlerinin devam edeceği konusunda da uyardı.
“Erdoğan’ın tehditleri içerde maruz kaldığı baskıyı gösteriyor”
“Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, ülkesinin yeterli yardımları alamaması ve Avrupa ile ABD’den Kuzey Suriye’de bir güvenli bölge için gereken desteği görmemesi durumunda mültecilere Avrupa kapılarını açma yönündeki tehdidi, 4 milyon mülteciyi barındırmaları dolayısıyla hükümetinin karşı karşıya kaldığı siyasi, ekonomik ve güvenlik konularındaki baskının boyutunu göstermektedir.
Türkiye’deki Suriyeli mültecilerle ilgili kriz, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ve liderliğini yaptığı Adalet ve Kalkınma Partisi’nin en zayıf noktası durumunda. Bu kriz dolayısıyla halk desteği azalıyor. Bu da Cumhuriyet Halk Partisi’nin başını çektiği muhalefet blokunun halk desteğini gözle görülür bir şekilde arttırmaktadır.
Suriyeli mültecilere Avrupa’ya göç edebilmeleri için kapıların açılması, Türkiye ve Avrupa ilişkilerindeki gerilimin daha da tırmanmasına yol açabilir. Avrupa bu tehditlere karşılık sıkı önlemler alabilir. Bu önlemlerden bazıları ekonomik yaptırımlar ve sınır kapılarının kapatılması olabilir. Türkiye’nin İdlib’de ve Bab El Hava sınır kapısında yaptığı ve bunu gayri resmi bir şekilde aşmaya çalışan onlarca Suriyelinin öldürülmesi gibi.” (Rai Al Youm gazetesi/başyazı)
“Türkiye’nin sabrı tükeniyor”
“Ankara son dönemlerde birbirine paralel çift yönlü bir politika izliyor. Bunlardan ilki Suriye sınırları içerisinde güvenli bölge oluşturulmasına başlanması için Amerika Birleşik Devletleri’ne baskı yapmak. Bu baskıya en son örnek de, Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın’ın ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı John Bolton ile telefonla görüşmesi ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ülkesinin eylül sonuna doğru güvenli bölgeyi oluşturmaya kararlı olduğunu ve gerekmesi halinde ülkesinin tek başına hareket etmeye hazır olduğunu söylemesidir. Diğeri ise Türkiye’nin mültecilere Avrupa’ya yönelik sınırları açma yönündeki tehdididir. Bu da aslında birkaç gün önce fiili olarak başladı.
Mülteci meselesinin Avrupa’ya baskı aracına dönüşmesi, ABD’nin tatlı vaatleri ve Avrupa’nın Suriye’deki katliam ile bunun Türkiye’ye yönelik etkilerini görmezden gelmesi karşısında Türkiye yönetiminin sabrının tükendiğine işaret ediyor.” (Kuds El Arabi gazetesi/başyazı)
“Hizbullah bu kadarıyla yetinecek mi?”
“Hizbullah beklendiği gibi genel sekreteri Hasan Nasrallah’ın tehditlerini gerçekleştirdi ve İsrail’in askeri noktalarını vurdu. Hem de İsrail tarafından sınırda ilan edilen alarm durumunu da aşarak.
Peki şimdi asıl önemli olan, çatışmanın bu bölümünün sona erdiğini söylemek mümkün mü? Ve Hizbullah bu olup bitenle yetinecek mi?
Yorumculara göre bir hafta boyunca tehditler savuran Hizbullah, sahadaki dengeleri değiştirmeyeceğini bildiğini bir saldırı düzenledi. Üstelik bazılarının ‘Hizbullah’ın bütün yapabileceği bu kadar’ şeklindeki yorumların aksine, İsrail’in derinliklerini vurabilecek askeri kapasiteye sahip olmasına rağmen.
İsrail ve Hizbullah arasındaki her çatışmada olduğu gibi Lübnan devletinin burada nerede konumlandığına dair soru işaretleri oluştu. Zira Hizbullah’ın pek de sürpriz olmayan ve hazırlığı bir hafta süren bu saldırısı Lübnan devletinin ilan edilmemiş bir onayı ile gerçekleştiyse saldırının İsrail’in Güney Beyrut’u vurmasına bir karşılık olmasına onay verdi. Lübnan’la alakası olmayan Şam saldırılarına değil.” (Hüseyin Asi/Lübnan El Neşra internet gazetesi)
“Gerilimin kazananı Netanyahu mu?”
“İsrail ve Hizbullah arasındaki çatışmalarda etkili olan üç ana taraf vardır. Bunlar, İran, Netanyahu ve Nasrallah’tır. Ne Amerika Birleşik Devletleri, ne İsrail hükümeti ne de Lübnan hükümeti bu çatışmalarda etkili olan ana etkenlerdir.
İsrail hükümetinin kararları Netanyahu’nun elindedir ve dolayısıyla Hizbullah ile bir çatışma çıkarılmasında başarılı olunmasında bunu desteklemeyen hükümet üyeleri etkili değildir. Lübnan hükümeti ise bazı nesnel gerçeklerden dolayı İsrail ile bir askeri çatışmaya girmeye kadir değildir.
İran’a gelecek olursak ise, Hizbullah üzerindeki etkisine bakıldığında bu çatışmaların kararının alınmasında ciddi etkiye sahiptir. İran şüphesiz bu kararı, kendisine karşı uygulanan ambargo ve ABD ile olan gergin ilişkilerine karşı bölgedeki stratejik çerçevenin içine koymaktadır.
Bu çatışmaların en büyük kazananı ise bazı siyasi ve özellikle seçimle alakalı sebeplerden ötürü şüphesiz Benyamin Netanyahu’dur. Zira Netanyahu’nun içinde bulunan durumda şansı giderek azalmaktadır. Hizbullah ile girişilecek bir dış gerilim onun bu şansını arttıracaktır. Çünkü halklar, dış mücadeleler karşısında mevcut yönetimlerinin arkasında kenetlenirler.” (Muhammed Hüseyin El Mumini/Filistin El Kuds gazetesi)
“İsra’nın ölümünden herkes sorumlu”
“Filistinli genç kadın İsra Garib, ailesinin namusunun temizlenmesi gerekçesiyle öldürüldü. Peki İsra ne yaptı? Ve hangi gerekçeyle öldürüldü?
21 yaşındaki İsra, annesinin izniyle evlenmek istediği adamla ve o adamın kız kardeşiyle beraber dışarı çıktı. Instagram hesabı üzerinden evleneceği adamla bir video görüntüsü paylaştı. Bu videoyu izleyen amcasının kızı ise bunu İsra’nın babası ve erkek kardeşlerine söyledi.
Babası ve kardeşleri tarafından saldırıya uğrayan İsra’nın omurgası kırıldı. Hastaneye götürüldü ancak kendisine yönelik şiddet orada da devam etti. Doktoru da bunu engelleyemedi. Doktor yaptığı açıklamada, ailesinin çok kötü olduğunu ve kendisinin de çocukları olduğunu söyledi.
Tam teşekküllü bir cinayet. Herkes buna ortak oldu. Ailesi ve bütün eril ve gerici gelenekleriyle toplum. İsra’ya yapılan işkence karşısında tepkisiz kalan doktorlar, yardımcıları ve hastane yönetimi. Ne Hipokrat yemini, ne insanlık ne de İsra’nın çığlıkları.
Yarım çığlıkları ve yakarışları ona yardım etmedi. Önemli olan erkekliğin şerefini kurtarmaktı. Aynı eril terbiyeyle büyütülen amcasının kızı ise kendisinin de bu içinde taşıdığı ve gereken yerde ortaya çıkaran mantığın bir kurbanı olduğunu unutarak erkeklerin kendisinden daha eril kesildi. Elinden bir şey gelmeyen anne ise onu kurtaramadı.
Kadınlar daha ne kadar bu hasta erkek ikiyüzlülüğünün kurbanı olacak? Öfkemizi ne zaman kadar dizginleyip onu saklamaya devam edeceğiz? Öldürülen sadece İsra değil. Daha önce de hayatını yaşamak isteyen yüzlercesi öldürüldü. Çürük bir erkek egemen anlayışın içinde batmış olduğumuz sürece de başkaları da ölmeye devam edecek.” (Azza Kamil/Mısır Al Youm gazetesi)
“İsra Garib ve sürreal bir ölüm sahnesi”
“İsra Garib büyük bir suç işledi. Namus cinayeti işleyenlerin genel olarak gerekçe gösterdiği evlilik dışında bire cinsel ilişki yaşamadı. Aksine daha büyük bir suç işledi. Arap toplumlarında otoriterliğin en önemli ayağı olan kabile sistemine meydan okudu. Hem de bunu bilmeden. Bir kızın gerici bir aşiret ortamında doğmasının dezavantajı. Genç kadının isyan gibi bir maçının olduğuna herhangi bir işaret yok. İstediği sadece farklı bir yaşam tarzı.
İsra bilmeden büyük bir siyasi eylemde bulundu. Güçlü bir aşiretin kızı olarak ataerkil sisteme kendi evinde meydan okudu. İsrail işgali karşısında özgürlük sloganları atan Filistin yönetimi ise onu korumak için hiçbir şey yapmadı. Hastane yönetimi de aynı şekilde. Olağanüstü bir ölüm sahnesi.” (Fatima El İsavi/El Arabi El Cedid)
Gazete Duvar / 08.09.19