TKİP VII. Parti Kongresi’nde Cihan yoldaş tarafından yapılan kapanış konuşmasının kayıtlarının bir bölümüdür. Kayıtlar yayın için elden geçirilmiş, başlık ve ara başlıklar da bu vesilesiyle konulmuştur...
Pandemi ve ona eşlik eden ağırlaşmış siyasal koşullar nedeniyle biraz gecikerek de olsa VII. Parti Kongresi’ni toplamış ve gelinen yerde de başarıyla sonuçlandırmış durumdayız. Partinin gündemindeki sorunları çeşitli yönleriyle tartışmalara ve değerlendirmelere konu ettik. Önemli sonuçlara ulaştık ve kararlar aldık. Geriye söylenecek ya da eklenecek pek bir şey kalmamış olsa da, kapanış konuşması kapsamında önemli gördüğüm bazı noktaların altını çizmeye çalışacağım.
Partide demokrasi ve disiplin üzerine
VII. Parti Kongresi, 2007’de toplanan II. Parti Kongresi ile başlayan düzenli bir kongreler serisinin son halkasını oluşturmaktadır. Bunun kendisi başlı başına önemlidir. Bu, partinin örgütsel düzeyine ve birikimine olduğu kadar, devrimci iç yaşamına, dolayısıyla iç demokrasisine de bir göstergedir. Partimizde güçlü bir örgütsel demokrasi var, buna kuşku yok. Parti içi demokrasiyi daha en baştan önemsedik ve zaman içinde güçlü bir biçimde kurumsallaştırdık.
Halen bunu devrimci disiplinle daha güçlü bir biçimde birleştirmek sorunu ve ihtiyacıyla yüz yüzeyiz. Bu ikisini ayrı düşünemeyiz. Devrimci bir partide biçimsel değil ama özü itibariyle güçlü bir iç demokrasi, tam da sağlam bir parti disiplini içindir. Bu açıdan parti demokrasisi, parti disiplininin bir ön koşuludur. Fakat parti disiplini de parti içi demokrasinin zorunlu bir tamamlayıcısıdır. Tam da bu nedenle, demokrasiyi disiplinle daha sağlam bir biçimde birleştirip kaynaştırmak durumundayız. Halen partide demokrasi sorununda daha az, disiplin sorununda daha çok sorun alanımız var. Yeni dönemde bu gerçeği ve bunun gereklerini önemle gözetmek durumundayız.
Bunu şundan dolayı da önemsemek gerekir. Parti ideolojik, örgütsel ve moral bir birliktir. Halen ideolojik ve örgütsel birlikte esasa ilişkin bir sorunumuz yok. Moral ya da manevi birlikse, öteki şeyler yanında demokrasi ile disiplinin organik birliğinin yaratabileceği devrimci bir örgütsel iç yaşam üzerinden oluşabilir. Parti içi demokrasinin buradaki önemi ve işlevi açıktır. Ama aynı şekilde disiplinli bir partide, herkesin görev ve sorumluluklarının gereklerini az çok yerine getirebildiği, getiremediği bir durumda ise hesap verebildiği bir partide, moral birlik de sağlam biçimde oturur. Bu alanda da kuşkusuz halen esasa ilişkin bir sorunumuz yok. Ama bunu daha da güçlendirmeye yine de ihtiyacımız var. Bunu güçlendirebildiğimiz oranda sorunlarımızın çözümü ve çalışmamızın çok yönlü başarısı için son derece uygun bir moral ortam elde etmiş oluruz.
Çoğu kere yıpratıcı olan, ilişkilerde zaafiyet yaratan, tam da görev ve sorumluluklar alanındaki zaaflar, zayıflıklar, ihmaller ya da yetersizlikler olabiliyor. Tüm bunlarsa disiplin kapsamına girmektedir. Partide devrimci demokrasi ile devrimci disiplini birleştirmek ve kaynaştırmak, bunların devrimci diyalektik bütünlüğünü kurmak, halen de önemli bir sorun alanıdır.
Devrimci diyalektik bütünlük dedim. Zira biri diğerinin ayrılmaz bir parçası, olmazsa olmaz bir koşulu, zorunlu bir tamamlayıcısıdır. Bunu bugüne kadar birçok kez önemle dile getirdik. VII. Parti Kongresi vesilesiyle burada altını bir kez daha çizmiş oluyorum.
Bir şey kaybetmiş değiliz, zira bir şey kazanmış olmayacaktık!
Yeni parti kongresi Türkiye’de “2023 dönemeci” olarak anılan bir dönemin sonrasına denk geldi. İyi de oldu. Böylece boş hayaller ve temelsiz beklentilerin yıkıldığını görmüş olduk. Seçim sonuçlarıyla birlikte hayaller yıkıldı, gerçekler yerli yerine oturdu. Seçimler sürecinde kitlelerde olduğu kadar reformist solda da düzen muhalefetine ilişkin büyük hayaller, düzen muhalefetinin muhtemel bir başarısına endeksli abartılı beklentiler vardı. Seçimin hemen öncesinde bu adeta bir cereyan halini almıştı. Bununla salt propaganda ile başa çıkmak olanağı da yoktu. Çevremizdeki bir kısım işçiler bile bu konuda bizi anlamakta güçlük çekebiliyorlardı. İçlerinden, bu ülkede onca sol siyasal parti ve grup var, bir tek siz mi doğruyu görebiliyorsunuz diyebilenler bile oldu. Sola egemen hayallerin ve beklentilerin gücünü, dahası kendinden öteye etkisini gösteriyordu bu.
Ama bizim haklılığımız olaylar ve olgularla doğrulanmış bulunuyor. Kitleler edilgenliğe hapsedilerek temelsiz, boş, belirsiz bir beklentiye sokulmuşlardı. Arkası kaçınılmaz olarak bir hayal kırıklığı, moral yıkım, umutsuzluk, haliyle yılgınlık ve dağınıklık oldu. Taşınan boş hayallere ve temelsiz beklentilere karşı çıkarken tümüyle haklı olduğumuz da böylece anlaşıldı.
Kongremizin konuya ilişkin tartışmalarında en kritik noktanın altını çizmiş bulunuyoruz: Düzen muhalefeti kazansaydı da işçi sınıfı, emekçiler ve ezilenler, toplumsal muhalefet, ilerici-devrimci hareket, demokratik Kürt hareketi, bir şey kazanmış olmayacaktı. Dolayısıyla düzen muhalefetinin kaybetmiş olmasıyla da esasta bir şey kaybedilmiş değil.
Seçimleri düzen muhalefeti kazanmış olsaydı, şimdiki dinci-faşist iktidarın daha cilalı ve bu nedenle de daha tehlikeli bir başka versiyonu iktidar olacaktı. Sözde solcu CHP’li cumhurbaşkanı da bu gerçeği gizleyen bir şal işlevi görecek, böylece kitlelerin bir dönem daha aldatılmasına, “solcu başkan”ın işini zora sokmamak adına edilgen bir konum içinde tutulmasına hizmet edecekti. Bir sözüm ona solcu başkan, 7-8 gerici, dinci ya da faşist başkan yardımcısı, bu arada içişleri bakanı olarak da gideni aratmayacak sicilli bir başka faşist ve onun partisinin denetimine verilmiş bir istihbarat teşkilatı… Yani dinci-faşist koalisyonun bir yeni versiyonu!
Düzen muhalefetin muhtemel seçim başarısı işte bu anlama gelecekti.
Çok yönlü kriz
Ülke halen büyük bir kriz içerisinde. Çok yönlü bir kriz bu. Temelinde ağır bir iktisadi ve mali kriz var. Devlet krizi de içinde olmak üzere siyasal kriz bu temel üzerinde yükseliyor. Ve bunları, toplumu dikey olarak bölen bir kültürel-moral kriz tamamlıyor. Dış politika krizin bir başka alanı, halen çok büyük dönüşlere sahne olan. Düne kadar düşman sayılan hemen herkesle utanç verici biçim ve koşullarda yeniden yakın ilişkiler kuruldu. Bu bir dış politika iflasıdır.
Toplumu bunaltan bu çok yönlü krizle uğraşmak, seçimleri kazanan dinci-faşist iktidarın kendisine kaldı sonuçta. Böyle olması iyi de oldu. Diğer türlü bu krizin sonuçlarıyla düzen muhalefeti uğraşmak zorunda kalacaktı. Bunun siyasal faturası da düzen muhalefetine kesileceği için, şimdiki dinci-faşist iktidar tazelenmiş bir güçle kısa zamanda yeniden iktidarın dümenine dönmek olanağı bulacaktı. Seçimi kaybetseydi bile devlet bünyesindeki ve kamusal alandaki mevzilerini zaten kaybetmiş olmayacaktı. Bunlara da dayanarak iktidar meşruiyetini yeniden elde eden çok daha uzun süreli bir dinci-faşist iktidar süreci yaşamakla yüz yüze kalacaktık. Seçimlerin ardından oluşan açıklıklar üzerinden bunu daha iyi görebiliyoruz. Seçimleri muhalefetin kazanmasının sağlayacağı tek yarar, kitlelerde geçici ve tümüyle aldatıcı bir psikolojik rahatlama, nihayet bunlar gitti duygusu olacaktı. Oysa onlar bir yere gitmiş olmayacaklardı. Edilgen bir seçim başarısıyla onları yerlerinden söküp atmak mümkün değildi.
Kaldı ki, bunu yinelemiş oluyorum, onlarla aynı genetik yapıdan gelen bir başka ekip işleri devralacaktı. Sadece başında göstermelik olarak bir sözde solcu cumhurbaşkanı olacaktı. İmzalayacağı herhangi bir kararname, kendisini kuşatmış çok sayıda gerici dinci ya da milliyetçi faşist başkan yardımcısı tarafından onaylanmak durumundaydı. Buradan bakıldığında, esasında değişen bir şey olmayacaktı. Ama en tepede güya solcu bir başkanın olması, ilerici kitleleri yeni bir beklentinin içine sokacaktı. Ve bu da işimizi çok daha zora sokacaktı. Biz kitlelere, birleştirmek, örgütlemek ve mücadeleye çekmek üzere gidecektik. Onlarsa bize, kendilerine pompalanacak güçlü propagandanın da etkisi altında, başta solcu bir başkan var, işini zora sokmayalım, provokasyonlara zemin hazırlamayalım, “solcu başkan”a fırsat ve zaman tanıyalım diyeceklerdi. Böylece biz, bu kez de böylesi boş hayaller, temelsiz beklentiler duvarı ile yüz yüze kalacak, yeni yıllar yitirmiş olacaktık.
Uzatmak istemiyorum, tüm bunları kongremizde çok yönlü olarak değerlendirmiş bulunuyoruz.
Parlamenter avanaklık
Seçimleri yitirmiş düzen muhalefeti bir krize ve kargaşaya sürüklenmiş durumda. Abartılı beklentilerin boşa çıkmış olmasının kaçınılmaz sonucu bu olmuştur. Bu iç kriz ve kargaşa CHP’de özellikle belirgin. Artık görünür bir gelecek için kitlelerde bir umut yaratması kolay olmayacaktır. İleride yeni ve özel çabalarla parlatılmış bir yeni liderlik altında yeniden sahneye sürülecektir, bu ayrı bir mesele. Fakat şu an işçi sınıfı, emekçiler ve yoksulların ilerici katmanları, Kürtlerin ve Alevilerin emekçi katmanları yeni bir beklenti değil fakat derin bir hayal kırıklığı içindedirler.
Öte yandan ağırlaşarak sürmekte olan kriz emekçilerin yaşamını sürekli olarak kötüleştirmekte, daha da çekilmez hale getirmektedir. Kitleler, özellikle de işçiler, buna mutlaka tepki vereceklerdirler. Bunun da bilincinde olmak, buna hazırlanmak, buna önderlik etmeye yönelmek gerekir.
Devrimci çıkış yolu daha baştan devrimci seçim politikamız üzerinden ortaya konulmuştur. Değişmez görevimiz üretim birimleri, sanayi havzaları ve yaşam alanları üzerinden kitlelere gitmek, özellikle işçileri birleştirmek, örgütlemek, eyleme çekmek ve böylece mücadele içinde eğitmektir. Devrimci parti için mevcut koşullarda tutulacak biricik devrimci çıkış yolu budur. Yoğunlaşma ve yüklenme bu alana yapılmalıdır. Seçim çalışması üzerinden de söylemeye çalıştığımız buydu, halen de budur.
Devrimci parti seçimlere, tam da parlamenter hayalleri yıkmak için katılır. Reformist solun tüm kesimlerine ise güçlü bir parlamenterizm eğilimi egemendir. Öylesine ki, reformist solun tam da parlamenter “başarı” üzerinden şu sıra ön plana çıkan bir temsilcisi, üç milyon oy aldığımızda işçilerin başına artık cop indirmek gücünü kendilerinde bulamayacaklar diyebilmiştir. Benzer konuma heveslenenlerden bir başkası, seçim ön sürecinde, kitlelerin sorunlarını parlamentoya taşıyabildiğimiz ölçüde, böylece parlamentoyu anlamlı hale getirir, ona saygınlık kazandırırız diyebilmiştir. İşte bu, Marksizmin devrimci işçi hareketi tarihi boyunca “parlamenter avanaklık” olarak tanımladığı durumun ta kendisidir. Bu, reformist solun ‘60’larda Aybar-Boran ikilisi tarafından temsil edilen parlamentarizm çizgisine daha beterinden bir geri dönüştür.
Partimizin seçimleri önceleyen dönemde yayınladığı Seçimler ve Sol İttifaklar başlıklı değerlendirmesi (Ekim, Sayı:327, Kasım 2022) şimdi çok daha büyük bir anlam ve önem kazanmıştır. Günümüz sol hareketini anlamak için bu değerlendirmeye yeniden yeniden başvurmak zorundayız. Solda baş gösteren parlamenter avanaklıkla sistemli bir biçimde mücadele etmek durumundayız. Devrimci parti için çıkış yolu işçi sınıfına ve emekçilere, üretim birimlerine ve işçi havzalarına gitmek, oralara yerleşmek, oralarda kök salmaktır. Kurulu düzene karşı devrimci direnme mevzilerini buralarda inşa etmektir.
İktidar istediği her yasayı parlamenter çoğunluğu ile çıkarıyor, parlamenter muhalefetin bunun karşısında yapabileceği bir şey yok. Komisyonlarda aldatıcı bir muhalif görüntü vermek dışında bir şey yapmıyor, yapamıyor, yapamaz da. İktidar istediği politikaları uyguluyor, istediği kanunları çıkarıyor. Bunu ancak kitlelerin örgütlü mücadelesi dizginleyebilir, dizginleyebildiği kadarıyla. Kitlelere tam da bunu anlatacağız; ancak birleşip örgütlenir ve böylece fiili direnme yolunu tutarsak kazanabiliriz, kısa vadede bile ancak bu yolla bir şeyler elde edebiliriz, ötesinde zaten bir şansımız yok, olamaz da, diyeceğiz. Herşeye rağmen bazı geri adımların gene de eylemin ve mücadelenin gücüyle attırılabileceğini, bazı kazanımların ancak böylece elde edilebileceğini, ya da hiç değilse korunabileceğini anlatacağız.
Güncel planda bizim devrimci çıkış yolumuz ve yönelimimiz budur. Bunun dışındaki her yol bir aldatmacadır, arkası da derin bir hayal kırıklığıdır. Büyük parlamenter hayaller taşıyan ve budalaca beklentilere giren sol bile, seçim yenilgisinin ardından bu basit gerçeği itiraf etmek zorunda kalmadı mı? Kitlelerle birleşmeden, örgütlenmeden bir şey yapılamaz, seçim sonuçları bile etkilenemez, yani parlamenter başarı bile elde edilemez demek zorunda kalmadı mı? Oysa daha baştan, daha seçim ön sürecinde, kendilerine vurgulu bir biçimde hatırlatılan tam da buydu. Üstelik yıllardan beri ve özellikle de her seçim ön sürecinde. Bunun için hiç de yeni bir seçim deneyimine gerek yoktu. Ama seçimleri önceleyen zaman diliminde bunu unutmak, seçimlerin ardından da ise derin bir gerçeğin yeniden keşfi havalarında hatırlamak, reformist solda artık kabak tadı veren bir davranış biçimi oldu.
Türkiye’de Ecevit’in çok övülen yüzde 41’lik parlamenter başarısı devrimci bir yükselişin, bir halk hareketinin üzerine gelmiştir. 12 Eylül’den sonra SHP’nin ‘89 başarısı, 12 Eylül’e duyulan tepkinin ‘86’dan başlayarak işçi hareketi, öğrenci hareketi, Bahar eylemlilikleri, vb., tüm bunların yarattığı dalganın üzerine gelmiştir. Kürtlerin seçim başarısı Serhıldanların üzerine gelmiştir. Latin Amerika’da reformist solun başkanlık seçimlerindeki başarıları, oradaki halk hareketleri üzerine gelmiştir.
Kitle mücadelesi yoksa reformist sol çizgide bile bir parlamenter başarı şansı yoktur. Her ne kadar bu türden bir sözde başarı, tüm örneklerin açıklıkla gösterdiği gibi, kitlelerin mücadelesinin yarattığı birikimi boşa çıkaran bir rol oynasa da. Yani parlamenter hayalleri bile ancak sosyal mücadelenin, kitle hareketinin hazırladığı imkanlar üzerinden kurabilirsiniz. Oysa düzen muhalefetinin politikası neydi? Seçimlere kadar suskunluk ve tam edilgenlik. Kitleleri hareketsiz tutmak, atomize durumdaki seçmen bireyler olarak bırakmak. Başta CHP olmak üzere tüm düzen muhalefetinin politikası buydu. Reformist sol işte bu türden bir sözde alternatife umut bağladı. Böylece düzen muhalefetinin soldan destekçisi konumuna düştü. Halen bunun açık ve dürüst bir muhasebesi de yapılmış değil, yapılacağı da yok.
Zor koşullar ve devrimci parti
Dinci-faşist iktidarın seçimi kazanmış olması, onun kendi payına bir güç ve moral tazelenmesi oldu. Büyük bir rahatlama yaşadılar ve yeni bir moral güç kazandılar. Seçimler aracılığıyla elde edebildikleri meşruiyeti artık nihayet kaybedeceklerini sanıyorlardı, ama sonuçta bir biçimde kazandılar. Bu da tersinden abartılı bir moral güç kazandırdı onlara. Şu an bir özgüven içindedirler ve pervasız davranma eğilimi sergilemektedirler. Toplumu ve kamusal yaşamı dinselleştirmek bakımından atacakları yeni adımlar üzerinden bunun belirgin yeni işaretleri var. Bu, düne göre daha da zor koşullara girdiğimizi gösteriyor. Ama kongre tartışmaları sırasında da dile getirildiği gibi, yine de bunun belli sınırları var. Onlar bu topluma keyiflerince ve sınırsızca hükmedemezler. Bunu bilmeli ama daha zorlu bir döneme girmiş bulunduğumuz konusunda da gerçekçi olmalıyız. Siyasal görevlerimizi hayata geçirme alanındaki güçlükleri değerlendirirken, bu gerçeği hesaba katmak durumundayız.
Bu koşullarda devrimci parti için öncelikle ayakta kalabilmek önemlidir. Ayakta kalabilmek gerçekte son otuz senenin sorunudur. Dinci gericilikten önceki iktidarlar da devrimci hareketi yok etmek için her yola, yönteme ve araca başvurdular. Sistemli örgütsel saldırılardan zindan politikalarına, giderek hücre ve tecrit politikalarına, bunun için de zindan katliamlarına kadar...
Bu, bu düzenin genetik kodudur. Dinci iktidar konumunu güçlendirene kadar belli bakımlardan farklı bir görüntü vermek zorunda kaldı. Ama yirmi yıllık iktidarlarının ikinci yarısından itibaren onlar da aynı geleneksel çizgi gereğince harekete geçtiler. İlerici-devrimci hareketi yok etmek için sistemli bir çaba içerisine girdiler. Bu konuda faşist 12 Eylül rejimini bile geride bırakmış durumdalar. Son seçim başarılarının ardından bunu yeni bir düzeye çıkaracaklarına kuşku yok.
Öte yandan, ayakta kalmak, devrimci kimlik kararlılıkla korunabildiği ölçüde bir anlam taşıyabilir. Bu kararlılığı ve tutarlılığı gösteremezseniz eğer, belki bir biçimde ayakta kalırsınız ama bu arada devrimci kimliğinizi de yitirmiş olursunuz. Demek ki ayakta kalmak kendi başına bir amaç olamaz. Devrimci konum ve kimliğinizi koruyarak ayakta kalmayı başarabilmelisiniz.
Hayati önem taşıyan nokta budur. Bu ise herşeyden önce ideolojik kimliği, bunun bir parçası olarak devrimci programı ve stratejik hedefi korumak demektir. Bunun bir uzantısı olarak taktik politikada, ilkelere ve stratejik doğrultuya bağlılık demektir. Elbette her türden cereyana direnmek, dolayısıyla gerekli durumlarda akıntıya kürek çekmesini bilmek demektir.
Ayakta kalmak, bunu yaparken de devrimci konum ve kimliğini korumak ihtiyacına, stratejik ve taktik planda sınıfla tarihi devrimci buluşma ihtiyacını eklemek gerekir. Ayağınızı bir toprağa basmadığınız zaman ayakta kalamıyorsunuz. Burada sınıfla buluşmanın, kitlelerle iç içe geçmenin önemi ortaya çıkıyor. Sınıfı uyandırmak, birleştirmek, örgütlemek alanındaki tarihsel görevlerinizi başarıyla yerine getirebildiğiniz ölçüde, böylece ayağınızı sağlamca sizi yaşatabilecek biricik toplumsal alana basmış, kendinize bir meşruiyet ve korunma alanı yaratmış olursunuz.
Öte yandan, akıntıya kürek çekmekle, cereyanlara göğüs germekle yetinmemeli, reformist solun farklı eğilimlerine karşı ilkelere dayalı bir ideolojik-politik mücadele de yürütmeliyiz. Sol kemalist çizgiye oturmuş ulusal reformist akımla olduğu kadar “radikal demokrasi” adı altında burjuva demokrasisi çizgisine oturmuş demokrat reformist akımla da ideolojik olarak hesaplaşmalıyız. Dolayısıyla teorik çalışmayı ve ideolojik mücadeleyi yeni dönemde daha da güçlü tutmalıyız.
Solda üç ana akım
TKİP IV. Parti Kongresi’nde (Ekim 2012) yeni dönemin Türkiye sol hareketi üç ana programatik çizgi üzerinden tanımlanmıştı.
İlki, demokratik cumhuriyet çizgisidir. Bu, kurulu düzeni kendi temelleri üzerinde demokratikleştirmek, böylece demokratik bir cumhuriyet hedefine ulaşmak anlamına gelmektedir. Kürt hareketi eksenli sol bloklaşmanın o günden bugüne programı budur. Bu çizginin ideolojik önderi ise Abdullah Öcalan’dır.
İkincisi, bağımsızlık, planlı devletçilik ve laiklik programına dayanan ulusal cumhuriyet çizgisidir. Solun ulusalcı kanadının, daha uygun bir ifade ile, günümüzün sosyalizm iddialı sol kemalistlerinin programıdır bu. İlk grup, demokrasinin önemi adına anti-emperyalizmi bir yana, ya da hiç değilse geri plana itmiştir. Bu ikincisi, bağımsızlık adına temel siyasal özgürlükler mücadelesini bir yana, ya da hiç değilse geri plana atmaktadır. Bir on yıl öncesine kadar bu çizgisinin ön plandaki temsilcisi Perinçekçi partiydi. Onun dinci-faşist iktidara eklemlenmesinin ardından ise artık SİP hizipleri, esas olarak da SİP-TKP’dir.
‘70’li yılların devrimci demokrasisinin bağımsızlık ve demokrasiye dayalı devrimci programının mekanik biçimde bölündüğünü, bir kesimin demokrasi istemi ekseninde, öteki kesimin de bağımsızlık istemi ekseninde kümelendiğini, bugüne kadar birçok vesileyle dile getirdik. ‘70’li yılların devrimci demokratik programı bütünlüğünü yitirdiği ölçüde, eklektik tutarsızlığı içinde herşeye rağmen devrimci olan niteliğini de yitirir. Demokrasi eksenli demokratik sol bloklaşma ile bağımsızlık eksenli ulusal sol akım, bu köklü değişim ve dönüşümün ürünüdürler. Devrimci hareketimizin yeniden doğuşunun 50. Yılında, dünün önemli bir bölümüyle devrimci olan sol parti ve gruplarının bugün geldiği yer budur.
Bu iki ana bloklaşmanın karşısında ise devrimi olduğu kadar devrimci hareketimizin geçmiş birikimini de savunmaya kararlı partimiz var.
Güç ve eylem birliği
Devrim perspektifi açısından alındığında aramızdaki köklü konum farklılıkları ne olursa olsun, partimiz, solun tanımlanan her iki kanadıyla da güç ve eylem birliği çabası içinde olmalıdır. Solun reformist kesimleri tüm kollarıyla ilerici toplumsal muhalefetin bir parçasıdır. Toplumsal mücadele alanında onlarla birlikte yapabileceğimiz herşeyi yapmaya çalışacağız. Bunu yaparken, ve elbette olanağı da varsa, herşeye rağmen devrimci kalmak çabasındaki güçlerle bir devrimci eksen oluşturmak için de çabalamalıyız.
Öte yandan, bu iki sol gruplaşma arasında belli bir ayrım da yapmak durumundayız. Zira HDP eksenli kanat, toplumun kanayan yarası olan Kürt ulusal sorunu üzerinden ayrıca özel bir önem taşımaktadır. İlkin, ulusal sorun eksenli mücadelesi tümüyle haklı ve meşrudur. İkinci olarak, tam da buradan gelen bir soluğu ve direnci var. Bunun da ayrıca bir önemi var, devrimci mücadelenin vazgeçilemez bir imkanı olarak. Türkiye’de Kürt sorunu temel önemde bir toplumsal-siyasal sorundur. Tam da bundan dolayı, bu sorun ekseninde büyük bir güç biriktirmiş durumdaki Kürt hareketi ayrı bir önem taşımaktadır ve bunun gerektirdiği bir ilgiye konu olmalıdır.
Temel demokratik hak ve özgürlükler mücadelesinin taktik planda özel bir önem taşıdığı bir konjonktürün içindeyiz. Bu mücadele, işçi sınıfı ve emekçilerin yanısıra, özgürlük ve eşitlik mücadelesi içindeki Kürt halkı için de yakıcı önemdedir. Öte yandan Kürt halkı, siyasal bilinci, örgütlenme düzeyi ve mücadele deneyimi ile, bugünün Türkiye’sinde temel demokratik hak ve özgürlükler alanında verilecek mücadelenin vazgeçilmez bir dinamiğidir.
Bütün bu nedenlerle demokratik Kürt hareketini politik olarak gereğince önemsemeliyiz. Dostluk kurmalıyız, birlikte iş yapmalıyız. Ama Kürt hareketinin devrimci hareketin en duyarlı kesimlerini demokratik cumhuriyet programına yedeklediğini, bu açıdan da son derece olumsuz tasfiyeci bir rol oynadığını da önemle göz önünde bulundurmalıyız. Bundan bir kez daha ideolojik mücadele görevlerinin özel önemi, dolayısıyla araya güçlü ideolojik-politik ayrım çizgileri çizmek görevi çıkar.
İşçi sınıfı ve laiklik
İşçi sınıfının karşısına laiklik mücadelesi adı altında çıktığınız ölçüde, gerçekte onun önemli bir bölümünü dinsel gericiliğin kucağına itmiş olursunuz. Komünistler sınıflar mücadelesi alanından giderek işçi kitlelerini dinci ve milliyetçi önyargılardan kurtarmak çizgisi izlemelidirler. Partimizin dinsel gericiliğe karşı mücadeleye, dolayısıyla laiklik mücadelesine bakışı budur. AKP’yi işçilere, dinci kimliğinden çok sermayenin hizmetinde bir gerici siyasal odak olarak sunmalı, bu kimliği üzerinden teşhir etmeliyiz. Burjuvaziye sömürü koşullarını en uygun şekilde yaratan, işçi sınıfı ve emekçilere düşman bir parti olarak sunmaya bakmalıyız. Yani iktisadi, sosyal sınıfsal içeriği ön plana çıkarmalıyız. AKP’nin çok belirgin, çok net, sınıfa, yoksul katmanlara ve ezilenlere karşı politikası var. Bunu hep öne çıkarmalıyız. AKP’yi laiklik düşmanı değil sınıf düşmanı olarak, işçilerin ve emekçilerin baş düşmanı olarak sergilemeliyiz. Erdoğan, “Bu ülkede grevi yok ettik. İşçi sınıfının grev hakkını elinden aldık. Bitirdik grevi” diyor. Sınıf içindeki çalışmada dinci iktidara bu tür sorunlardan giderek vurması bilmeliyiz. Kuşkusuz AKP’nin dinci kimliğini ve dolayısıyla işçi sınıfı kitlelerini laik bir bilinçle eğitmeyi önemsemeliyiz. Fakat bunun bir propaganda sorunu değil, ancak sınıf mücadelesinin mantığı ve akışı içinde kazanılacak bir gelişme olabileceğini de unutmamalıyız.
Biz dine ve dinsel gericiliğe karşı mücadeleyi böyle ele alırız. İşçi sınıfını sermayeye köleliği karşısında çaresizlikten kurtarabildiğimiz ölçüde dinin etkisinden kurtarmış oluruz. Bu, Lenin’in meseleyi ortaya koyuş tarzıdır ve temel önemdedir. Önemli olan gericiliğin kuşattığı işçi kitlelerini mücadeleye çekmektir. Burada kendi içinde bir laiklik mücadelesi büyük bir tuzak ve sonuçsuz bir çabadır. Bugünün Türkiye’sinde bu çizgiyi izleyenler, gerçekte CHP tabanının bir kesimi üzerine hesap yapanlardır. Amaç, CHP’nin bu soruna duyarlı kesimlerini kazanmak, böylece düzen siyaseti içinde ve parlamenter alanda kendine bir yer açmaktır. Bizimse sorunumuz işçi sınıfının devrimci hareketini geliştirmektir. Bu olmaksızın devrim umudu bir hayaldir. İşçi sınıfı zemini, dinci gericiliğe karşı mücadelenin sermaye düzenine karşı mücadele içinde anlamlandırılabileceği, devrimci siyasal mücadelenin sınıflar mücadelesi eksenine kavuşturulabileceği biricik gerçek ve tayin edici alandır.
Bazı değinmeler...
Sınıfın öncüsünü ideolojik olarak eğitmek, onun önyargılarıyla ideolojik olarak hesaplaşmak çok önemli bir görev. Sınıfın öncüsünü ideolojik olarak kazanmak aynı zamanda reformizmle hesaplaşmak demektir. Liberal işçi politikacılığıyla araya sınırlar çizmesini bilmek demektir. Bunu kırıp dökerek yapmamalıyız. Sendika bürokrasisine karşı mücadelede bundan böyle göstermemiz gereken dikkati ve özeni, reformist akımlarla ideolojik mücadele yürütürken de gözetmeliyiz. Politik süreçler içinde onlarla yakın ilişkilerimiz olabilmeli. Yeter ki bu bize kendi konumumuzun köklü farklılığını, oradan gelen ideolojik mücadele görevlerimizi unutturmasın, bir liberal yakınlaşma eğilimi doğurmasın.
Bütün sol parti ve gruplarla düzeyli ve olabildiğince dostça ilişkilere özen göstermeliyiz. Yayın politikamızda da bunu gözetmeliyiz. Onların pratikte emek ürünü olarak ortaya koyduğu her başarıya sahip çıkmalıyız. Mezhep değil ama gerçek bir sınıf partisi olmanın, olabilmenin temel kıstaslarından biridir bu. Politikada esneklik, ilkelerde kesinlik ve kararlılık. Bu temel leninist ilke sol ile ilişkilerimize de ışık tutmalıdır.
Sağlam bir örgüt, nitelikli kadrolar, artı nicelik... Nitelik tabii ki belirleyicidir, aslolandır. Ama bir yerden sonra da nitelik kendi başına yeterli değildir. Bir sürü sıkıntının kaynağıdır nicel yetersizlik. Niteliği ön planda tutarak kadrolaşmak ama bu arada nicel olarak da gelişip güçlenmek durumundayız. Zor koşulları göğüsleyebilmemiz, bu alanlardaki başarımızla sıkı sıkıya ilintili olacaktır.
İşte içinde bulunduğumuz zor koşullarda partinin taktik çizgisinin bazı unsurları olarak bunlara işaret etmiş oldum.
Merkezi önderlik tayin edicidir
Başarılı ve yeni düzeyde bütünleştirici bir kongre oldu VII. Parti Kongresi. En sıkıntılı konu ya da sorunları bile açıklıkla tartıştık. Açıklık kongrenin egemen ilkesiydi. Bütün delegeler düşüncelerini açıklıkla ortaya koydular. Her zaman önemsediğimiz parti içi demokrasimizin oluşturduğu bir zemindir bu. Bunu önemsemeye devam etmeli ama daha baştan da vurguladığım gibi, aynı ölçüde güçlü bir parti disipliniyle de birleştirebilmeyiz.
Her zaman olduğu gibi, her kongre sonunda altını çizdiğimiz gibi, MK’nın önderlik yeteneği ve pratiği bu yeni kongre sonrasında da tayin edici önemdedir. MK kendi önderlik sorumluluğu kapsamında başarılı bir pratik sergilemediği sürece partide gerçek bir gelişme bekleyemeyiz. Yerel örgütlerin sorunlarını çözmesini, başarılı bir gelişme çizgisine oturmasını bekleyemeyiz. Dolayısıyla MK kendi sorumluluklarının gereklerini yerine getirdiği ölçüde, bu kaçınılmaz olarak partinin bütününe yansır ve gerçek bir gelişmenin önünü açar.
Ve aynı konuda son bir nokta. Bir önceki kongrenin, VI. Parti Kongresi’nin kapanış konuşmasında da dile getirmiştim: Bu hiç de basitçe bir niyet sorunu değil fakat tümüyle bir doğru çalışma tarzı sorunudur. Çalışma tarzımızı genişçe tartıştık, iki kongre arası son deneyimlerin ışığında belli esaslara bağladık. Kongrenin seçtiği yeni MK olarak bizi bu esaslara tam bir bağlılık göstermek görev ve sorumluluğu bekliyor.
www.tkip.org