Filistin Sorunu ve Direniş’in sorunları

Filistin sorununda iki devletli çözüm (ki bu Filistin payına gerçekte devlet olmayan bir uydurma devletçik anlamına gelmektedir), işin aslında tam bir çözümsüzlüktür ve sorunun ilelebet sürüp gitmesinden başka bir anlama gelmez. Bugünün Filistin sorunu yazık ki devrimci bir çözümden alabildiğine uzaktır. Filistin’de ve İsrail’de işçi sınıfına ve emekçilere dayanan devrimci akımlar güç kazanıp öne çıkmadıkları sürece de uzak kalacaktır. Fakat bu olmadığı sürece Filistin sorununa bir çözüm de bulunamayacaktır. Emperyalistlerin sık sık bizzat siyonistler tarafından boşa çıkarılan “yol haritaları” gerçekleşse ve sonunda biçim olarak bir Filistin devleti kurulsa bile bu hiçbir biçimde çözüm olmayacaktır.

  • Değerlendirmeler
  • |
  • Güncel
  • |
  • 25 Mayıs 2021
  • 17:09

Burada sunduğumuz metin “Ortadoğu’da daralan kıskaç ve büyüyen çatışma” (Ekim, Sayı: 245, Mart 2006, Başyazı) başlıklı daha geniş bir değerlendirmenin iki alt bölümüdür... Birinci alt bölümün “Öne çıkan yeni cephe: Filistin” şeklindeki orijinal başlığını burada metnin içeriğine daha uygun düşen bir başlıkla değiştirdik... Mart 2006 tarihli bu değerlendirmeyi, Filistin’deki son gelişmelerin ardından, tüm anlam ve önemini olduğu gibi koruduğu inancıyla yeniden sunuyoruz... İlgi duyan okurlarımız metnin tamamına Parti Değerlendirmeleri- 3’ten (Eksen Yayıncılık, Haziran 2009, s.11-22) ulaşabilirler... 

 

Filistin sorunu: Sistem içinde yapısal çözümsüzlük

‘90’ların başında gündeme getirilen “barış süreci”yle birlikte bir ölçüde denetim altına alınan Filistin sorunu buna rağmen gündemdeki önemini korumayı sürdürmüştü. Yeni İntifada’nın ardından emperyalizmin dayatması köleci “barış süreci” fiilen boşa çıktığında ise sorun tüm kapsamı ve ağırlığıyla yeniden dünya gündeminin önplanına çıktı. O zamandan beri emperyalistler durumu yalnızca idare etmekle yetindiler. FKÖ’nün temsil ettiği Filistin yönetimi ise işin özünde bu aynı politikaya uyum sağlamanın ötesine geçmedi. Oysa siyonistler bu arada boş durmadılar; kendi hesap ve dayatmalarını bir oldu bitti haline getirmek üzere sistemli biçimde çalıştılar. Böylece emperyalist uzlaştırma planı için de işi iyice zora sokmuş oldular.

Bu aynı süreç FKÖ’nün Filistin halkı içinde düne kadar tartışmasız görünen itibarına ve desteğine büyük bir darbe vurdu ve son seçimler üzerinden de açıkça teyit edildiği gibi, direnişçi bir odak olarak Hamas’ı öne çıkardı. Ne var ki Hamas Filistin halkının direnme geleneğinin bugünkü koşullarda öne çıkan temsilcisi olsa bile sorunun çözümünde tutarlı bir alternatifin temsilcisi değildir.

Filistin sorunu ancak Arap ve Yahudi halklarını birlikte kucaklayan birleşik Filistin hedefine dayalı devrimci-demokrat bir programla asgari bir çözüme kavuşturulabilir. FKÖ geçmişte, ‘70’li yıllarda böyle bir programa sahipti, emperyalist politikaların etki alanına girdikten sonra bunu terketti. Emperyalist-siyonist oyunun bugünkü geçici bir halkası olan sözümona “iki devletli çözüm”e razı oldu. Filistin sorununda iki devletli çözüm (ki bu Filistin payına gerçekte devlet olmayan bir uydurma devletçik anlamına gelmektedir), işin aslında tam bir çözümsüzlüktür ve sorunun ilelebet sürüp gitmesinden başka bir anlama gelmez.

Bugünün Filistin sorunu yazık ki devrimci bir çözümden alabildiğine uzaktır. Filistin’de ve İsrail’de işçi sınıfına ve emekçilere dayanan devrimci akımlar güç kazanıp öne çıkmadıkları sürece de uzak kalacaktır. Fakat bu olmadığı sürece Filistin sorununa bir çözüm de bulunamayacaktır. Emperyalistlerin sık sık bizzat siyonistler tarafından boşa çıkarılan “yol haritaları” gerçekleşse ve sonunda biçim olarak bir Filistin devleti kurulsa bile bu hiçbir biçimde çözüm olmayacaktır. Emperyalistler ve siyonistler tarafından bunun daha bugünden bir karikatür devlet olarak öngörülmesi bir yana, Filistin denilen tarihsel coğrafyayı Araplar ve Yahudiler arasında tarafları tatmin edecek şekilde bölüştürmenin bir olanağı da yoktur. Herşey bir yana, böyle bir bölüştürmenin hiçbir tarihsel ve kültürel temeli yoktur.

İkinci emperyalist dünya savaşı sonrasında gerçekleşen yapay bölünme, o günün güç dengeleri içinde bir politik dayatmadan ibaretti, nitekim o zamandan bu yana da aralıksız olarak savaş ve çatışma konusu olmaktadır. Bu kendini bildi bileli o topraklarda ya­ şayan milyonlarca Filistinlinin bugünün İsrail’ini oluşturan alanlardan zorla sökülüp atılması ile gerçekleştirilmiş bir bölünmedir. Yani bir işgal, terör, katliam ve kitlesel sürgün eyleminin ürünüdür.

Öte yandan, siyonistler bugün değil 1948’deki sınırlara, 1967’deki sınırlara bile razı değildirler ve siyonizm ayakta kaldıkça da razı olmayacaklardır. Onların hedefi Filistin’in tümden gaspıdır ve ardından bunun da ötesine geçmektir. Bu durumda emperyalistlerin dayatmaları ve uzlaştırmalarıyla sonuçta biçim olarak bir şekilde “iki devletli” bir durum gerçekleşse bile, bu hiçbir şeyi çözmüş olmayacaktır. Bugünkü çatışma bu yeni durumda da yeni biçimler içinde sürecek ve muhtemelen çok geçmeden de yeni bir siyonist işgalle sonuçlanacaktır.

Son gelişmeler emperyalistlerin yönlendirdiği çizgide bir çözümü de gitgide olanaksız kılmaktadır. Zira siyonistler tek taraflı dayatmalarla yeni topraklar gaspetmeye, Filistin halkının özgürlüğünü ve yaşam olanaklarım hepten boğmaya dayalı bir çizgide kararlılıkla ilerliyorlar. Filistin halkının buna yanıtı bugün için Hamas’ı öne çıkarmak olmuştur. Bu, direniş iradesine verilen destek yönünden kuşkusuz bir anlam taşımaktadır. Fakat bunun öte­ sinde Hamas’m başarısı Filistin sorunundaki çözümsüzlüğün derinleşmesinden başka bir anlama gelmemektedir. Hamas, gerici-dinci bir siyasal hareket olarak, her etnik kökenden, dinden ve mezhepten halkların demokratik ve laik temellerde kucaklanmasına dayalı birleşik devrimci bir Filistin amaç ve hedefine yapısal olarak yabancıdır. Öte yandan hiç değilse bugünkü konumuyla emperyalistlerin dayattıkları bir uzlaşmaya da hazır değildir.

Bu tablo Filistin sorunu cephesinde çözümsüzlük ve çatışmaların kontrolsüz olarak derinleşmesi demektir. Bunun anlamı bir yönüyle, direniş iradesi kırılamayan Filistin halkının bunun karşılığı olarak ağır bedeller ödemeye devam etmesi olacaktır. Fakat bu aynı olgu öteki yanıyla da, emperyalizmin Ortadoğu’ya yönelik plan ve hesaplarının Filistin sorunu üzerinden karşı karşıya kaldığı handikapların büyümesi anlamına gelmektir.

Filistin, bugünkü Irak ve yakın gelecekteki İran’ın yanısıra Amerikan emperyalizminin savaş vermek zorunda kalacağı bir üçüncü cephe olmak yolundadır. Belki bu savaş bugüne kadar olduğu gibi yine daha çok siyonistler üzerinden dolaylı olarak sürdürülecektir, fakat politik sonuçları yönünden faturayı aynı zamanda ABD emperyalizmi ödeyecektir. Üstelik politikadan çok militarist zorbalıkla iş gören siyonistlerden de çok çok daha fazla olarak. Bir dönem için önderliğinin teslimiyeti nedeniyle Amerikan planlarına boyun eğmek zorunda kalan Filistin halkının herkesten çok daha iyi bildiği gibi, yarım asırdan beridir tüm çektiklerinin gerisinde dolaysız olarak emperyalizm, özellikle de Amerikan emperyalizmi vardır. Emperyalizmin çok yönlü desteği olmaksızın siyonist İsrail’in ayakta kalması olanaksızdır.

Ortadoğu’daki güncel direnişin anlamı ve sınırları

Bugün emperyalizme karşı direnişin en önemli odağı olan Ortadoğu’da halkların büyük ölçüde dinci-gerici, daha sınırlı ölçüde de burjuva milliyetçi akımlarla baş başa kalmış olmaları, bu halkların en büyük talihsizliğidir. Bu akımlar kuşkusuz halihazırda gösterilen direnişin bir parçası, bir dizi yerde önemli ölçüde de temsilcisidirler. Fakat konum ve stratejileriyle gerçekte halkların direnme enerjisini heba etmektedirler. Zira onlar yapısal olarak halkları devrimci temeller üzerinde birleştirecek, birlik ve kardeşlik içinde özgürlüğe, bağımsızlığa ve refaha götürecek bir ideoloji, program ve stratejiden yoksundurlar.

Irak direnişi bunun günümüzdeki aynasıdır. Direniş ortaya koyduğu savaşma kararlılığı ve kapasitesiyle övgüye değer olsa bile, aradan geçen üç yıl içinde tüm milliyetlerden ve mezheplerden halkın birleşik devrimci-demokratik direnişini geliştirebilecek hiçbir açılım yapamamıştır. Emperyalizmin oyunlarını boşa çıkarmak üzere farklı dinlerden ve mezheplerden halkları demokratik temeller üzerinde birleştirebilmek için devrimci-demokratik laik bir program olmazsa olmaz koşuldur. Farklı milliyetlerden halkları birleştirebilmek ise ancak onların temel ulusal demokratik haklarının açıkça tanınması ile olanaklıdır. Dinci akımlar ilkinden ve burjuva milliyetçi akımlar bu ikincisinden kategorik olarak yoksundurlar. Bugünkü duruma bakıldığında genellikle her iki akım her ikisinden de yoksundur. Oysa Ortadoğu gibi her dinden, milliyetten, mezhepten, kültürden insan gruplarının bulunduğu bir coğrafyada başarı için tutarlı bir demokratik anti-emperyalist program mutlak bir zorunluluktur. Bugün halklar arası ilişkileri tahrip eden ve onların emperyalist düşmanlarına karşı birleşmelerini zaafa uğratan her türden yapay ve sahte sorunu sorun olmaktan çıkarmanın yolu kapsamlı bir demokrasi anlayışı olabilir ancak.

Yakın geçmişte Taliban şahsında dinsel gericilik Afganistan’da iktidar idi ve bu, bu ülkede her türden demokrasinin boğulması demekti. Çeyrek asırdan beridir dinsel gericilik Mollalar şahsında İran’da iktidardır ve bu, bütün bu dönem boyunca her türden demokratik hak ve özgürlüklerin boğulması anlamına gelmiştir. Molla rejimi ne ezilen sınıflar olarak işçi sınıfına ve emekçilere, ne ezilen ulus ve milliyetlere ve ne de ezilen cins olarak kadınlara herhangi bir demokratik hak ve özgürlük tanımaktadır. Tam tersine bunların özgürlük taleplerini sistemli bir baskı ve terör politikası ile boğmaktadır.

Bu iki rejim bugün direniş cephesi içindeki dinci akımların yarın için hedefledikleri toplum düzenine de ışık tutmaktadır. Fakat örneğin Irak gibi bir ülkede buna dayalı bir kimlik ve programla başarıya ulaşmak ve iktidar olmak şansı bile yoktur. Ya da bu şans ancak Irak’ın bölünmesi pahasına ve böylece yalnızca belirli bir parçası üzerinde vardır.

Geçmişte, dünyadaki özgürlük ve bağımsızlık mücadelelerinin büyük ölçüde uluslararası devrimci akımın etkisi altında sürdüğü bir dönemde, burjuva kurtuluş hareketleri bile devrimci-demokratik bir programla hareket etmek eğilimi gösteriyorlardı. Örneğin Ortadoğu’da bu türden en önemli hareket olan FKÖ, bir yandan Filistin halkının özgürlüğü için kararlılıkla mücadele ederken, öte yandan bunu Yahudileri de içerecek birleşik bir Filistin hedefine dayalı devrimci-demokratik çözüm programı üzerinden sürdürüyordu. Bundan dolayı da tüm ilerici-devrimci güçler ile dünya halklarının büyük destek ve sempatisini kazanıyordu. Bugün Ortadoğu’da direniş içinde yer alan özellikle dinci akımlardan gelen bir de böyle büyük bir handikap vardır. Bu akımlar anti-emperyalist olmaktan çok Batı karşıtıdırlar ve belirgin biçimde anti-semitik eğilimlere sahiptirler. Bu özellikler, emperyalizmin bu zaafı etkili biçimde istismarıyla da birleşince, ilerici-devrimci güçler ile dünya halkları arasında ciddi kuşkulara ve mesafeli tutumlara neden olmaktadır.

Ortadoğu önümüzdeki onyıllar içinde dünyanın kaderinin belirleneceği en önemli bölgelerden biridir. Bu bölgede halk muhalefetinin devrimci önderlikten bugünkü yoksunluğu bu açıdan büyük bir talihsizliktir. Devrimci akımların yeniden öne çıkması, emperyalizme etkili darbeler vurulabilmesinin, bu mücadelenin ilerici toplumsal hedeflerle birleştirilebilmesinin ve bunun genel dünya devrimci süreciyle de başarıyla birleştirilebilmesinin zorunlu koşuludur.

Yeniden diyoruz, zira son yirmi yıl hariç 20. yüzyılın neredeyse tamamında ön planda olan bu akımlardı. Dinsel akımlar ise devrimci akıma karşı kısmen ya da tamamen emperyalizmin hizmetinde ya da dolaylı denetimi altında idiler. Gerek dünyada devrimci akımın genel gerilemesinin gerekse bizzat kendi öz yapısal zaaflarının (“milli cephe” adına kendi ulusal burjuvazilerinin kuyruğuna takılmak bunların başında geliyordu) sonucu olarak, ilerici-devrimci akımlar son 20-25 yıl içinde Ortadoğu’da belirgin biçimde geri plana düştüler. Özellikle İran Devrimi’nin yarattığı sarsıntı ve Müslüman halklar arasında yol açtığı aldatıcı umutlar, dinci akımların daha da güç kazanmasına ve direniş içerisinde ilerici-devrimci akımların o güne kadar tutmakta oldukları yeri doldurmasına yolaçtı.

Bu süreç halen de devam ediyor. Bir yandan bölgedeki devrimci akımların hala da yenilenmiş temeller üzerinde yeni bir çıkış yapma yeteneği gösterememesi, öte yandan emperyalizmin “medeniyetler çatışması”na dayalı oyunlarının yol açtığı geleneksel duygu ve düşüncelere uygun tepkiler, bugünkü koşullarda daha çok dinci-gerici akımları güçlendirmekte, onları öne çıkarmaktadır. Fakat bu aynı zamanda sonu olmayan bir kısır döngüdür de. Çoğu belirgin bir gerici yapıdaki dinci akımların Ortadoğu halklarım emperyalistler ve gerici burjuva-feodal diktatörlükler karşısında bir yere götürebilme şansları yoktur. Geniş yığınların siyasal-kültürel acıların yanısıra sosyal sefaletin de kasıp kavurduğu Ortadoğu’da özgürlük, bağımsızlık ve bunları tamamlaması gereken sosyal kurtuluş, ancak devrimci bir mecrada, sosyalizmi hedefleyen devrimci programlar temelinde ve akımlar önderliğinde olanaklıdır. Ortadoğu halklarının bölgesel büyük bir uluslar ailesi olarak gelecekteki büyük devrimci birliği ve kaynaşması da ancak bu takdirde olanaklı olabilir.