“Dünyadaki bütün şöhretler bir mısır tanesine sığar.” Jose Marti
Hegel, dünya tarihi sürecinin insanlar üzerinden, bireyleri arkasında bırakarak, onlar/bireyler farkında olmadan ilerlediğini vurgular. Aynı Hegel -diyalektik bütünlüğü içerisinde çelişki gibi gözükse de- bireylerin tarihte oynadığı rolün anlamı üzerinde titizlikle durur, belirli tarihsel dönemeçlerde süreçlerin gelişimi üzerinde yarattıkları etkiyi irdeler.
Bu tür büyük insanlar pratik-politik bireylerdir (Napolyon, Lenin, Mao Zedung, Fidel gibi). Bu bireyler çağın genel eğilimini, “zamanın ruhunu” kendi düşünce, davranış ve eylemlerinde somutlaştırırlar. İdealist Hegel “mutlak ruhun” kendisini bu bireyler aracılığıyla var ettiğine, yani materyalist okunduğunda tarihsel maddi gelişmenin bireylerde bir pratik-politik tutkuya dönüştüğünde ne denli hızlı ilerlediğine, pratikte bireylerin bu rolüyle toplumsal enerjinin ortaya çıktığına işaret eder.
Bu bağlamda Hegel, pathos (tutku/ihtiras) kavramını estetik felsefenin temel bir dürtüsü olarak inceler. İnsanlığın baskı, sömürü ve bağımlılık zincirinden kurtuluşunu kendi bireysel tutkusu, politik-pratik davranışının ölçütü, inanılmaz bir coşku, hırs ve kararlılıkla tarihsel-toplumsal bir ihtiyacı kendi varlık nedeni sayan bireyler tarihte bu rolü icra ederler.
Fidel, Küba halkının ABD’nin hegemonyasından, faşist Batista rejiminin terör ve baskısından kurtulmasını bir tutku olarak yaşamının son saniyesine kadar yaşadı. Küba halkını emperyalist ablukaya rağmen bu tarihsel bilinçle eğitti, bilinçlendirdi, aydınlattı. ABD’nin boğucu hegemonyasından kurtuluş, sadece Küba’nın değil bütün Latin Amerika halkının da her zaman canlı kalan bir arzusuydu. El Comantante de Jefe (büyük komutan) tam da kendi fizyonomisinde bu gerçeği somutlaştırdı, yansıttı.
Her devrimci dönüşüm, sömürü ve baskıdan kurtuluş mücadelesi, kurulu düzen yerine başka bir toplumsal düzen yaratma faaliyeti, sınıflar mücadelesinin şimdiye kadarki tarihi gözetildiğinde, ne masa başı yapılan “toplumsal sözleşmelerle”, ne de hümanizm, kardeşlik, adalet çağrılarıyla gerçekleşir. Tersine bu süreç, sınıf ilişkilerinin keskin çelişkileri ve acımasız çatışmaları zemininde, amaçları için savaşan kesimlerin pratik-politik dayatmaları ve gücüyle hayat bulur.
Küba’da yaşandığı gibi bu devrimci süreç bir defalık başarılı bir eylemle, Bastille ya da bir kışlaya saldırıyla sınırlı değil, uzun ve çelişkili-çatışmalı sürecek olan bir toplumsal dönüşümü kapsamaktadır. Devrimci bir iktidarın önderliğinde yeni bir toplumsal düzen yaratmak, en temel sorun olarak güncelliğini koruyacaktır. Halkın temel ihtiyaçlarını gidermek, eğitim, sağlık, barınma, üretimin yeniden örgütlenmesi, karşı devrimin yüz kat artan saldırganlığı ve müdahalesine karşı savunma ağı örmek ve bütün bunların alt yapısını oluşturmak, ayakta kalmanın temel taşlarıdır. Fidel bu kısa tarihi zaman içinde bu savunmayı başarıyla gerçekleştirdi, bu tarihi süreçteki bireysel rolünü oynadı.
Küba Devrimi başından itibaren belli özgün zorluklarla yüz yüze kaldı. Yeni bir iktidar için en ağır koşullar kendini dayatıyordu. ABD’nin kıyısında küçük-yoksul bir ülkeydi ve bölgedeki bütün oligarşik rejimlerin doğrudan müdahale tehlikesiyle yüz yüzeydi. Keza bölgede o güne kadar öylesi görülmeyen karşı devrimin ideolojik-politik propaganda saldırganlığıyla mücadele etmek zorundaydı. Bu bağlamda Fidel ile Küba Devrimi'nin geleceği iç içeydi. Fidel Küba Devrimi, Küba Devrimi Fidel ile özdeşti.
Bu süreçte Sovyetler Birliği ve Kruşçev’in desteğinin, “barış içinde bir arada yaşama” stratejisi çerçevesinde, Küba Devrimi'ne karşı ikircikli, pragmatist bir yaklaşım taşıdığını unutmamak gerekmektedir. Küba Devrimi'nin kurulu düzenle radikal devrimci kopuşu, bölgedeki Sovyetler Birliği yanlısı birçok “komünist” partinin burjuva-reformist çizgisine de bir başkaldırı anlamı taşıyordu. Bundan dolayı da bu partiler “küçük burjuva radikalizmi” eleştirisine sarılarak, Küba Devrimiyle aralarına mesafe koydular ve destek sunmaktan uzak durdular.
Başından itibaren gerilla hareketi ve Fidel Castro’ya, ardından da Küba Devrimi'ne ve başarısına şüpheyle bakan Sovyetler Birliği ilk etapta silah desteği vermekten kaçınmıştı. Gerilla hareketinin bu bağlamdaki talepleri reddedilmişti. Sovyetler Birliği, Küba Devrimi'nin zaferini radyo haberlerinden almıştı. Bir yıl sonra Küba’ya atanan ilk büyükelçinin talebi, sıcak çatışma içinde ABD ve diğer karşı devrimci güçlerin doğrudan hedefi olan, her gün bir suikastle yüz yüze yaşayan devrimci yönetimden, bir bireysel koruma ekibi olmuştu. “Bu komünist aristokratın” isteminin dağlardan yeni inmiş gerilla önderleri tarafından nasıl karşılandığı tahmin edilebilir.
Fidel Castro devrimler ve ulusal kurtuluş hareketlerine karşı enternasyonalist görevler ve sorumluluklar konusunda “Sovyet dostlarıyla” çok farklı noktalarda durduklarını her defasında söylemiştir. Angola’daki kurtuluş mücadelesine hiçbir karşılık beklemeden, ikirciksiz destek sunan, doğrudan askeri güç veren Küba, Sovyetler Birliği’nin ağır baskılarıyla yüz yüze kalmıştır. Ezilen halklarla devrimci dayanışma, doğrudan destek sunma, enternasyonalizm sorumluluğu vb.nin diplomatik oyunların bir parçası olamayacağını, Fidel pratikte göstermiştir.
Sadece Angola’da değil, Vietnam halkının ABD emperyalizmine karşı mücadelesinde de Küba halkının son ferdine kadar, kanının son damlasına kadar destek sunacağını resmi olarak duyurmuştur.
Başta Nikaragua devrimi olmak üzere bölgedeki diğer kurtuluş hareketleri Küba’nın doğrudan her türlü desteğini almıştır. Elli yılı aşan emperyalist ambargo ve abluka karşısında ayakta durmanın “sırrı”, ilkelere ölümüne bağlılığın, boyun eğmezliğin, devrimci tutkunun başarısıdır.
“Dünya devrimci hareketi tarihinde hiçbir koşulda devrimci ilkelerden taviz vermeyen büyük teorisyenleri okumaktasınız. Bizi sadece birey olarak değil, kolektif olarak da devrimci kılan, devrimci bir halk yapan işte bu temel düşüncelerdir.” (Fidel Castro’nun 2005 yılında Havana Üniversitesi’nde yaptığı konuşmadan…)
Bu devrimci ilkelere bağlı Fidel Castro’nun, daha doğrusu Küba Devrimi’nin belirli bir tarihsel döneme belli oranda -özellikle Latin Amerika gözetildiğinde- derin bir iz bıraktığı bir gerçektir. Devrimci ilkelerinden ölürken dahi taviz vermedi. Bir devrimcinin mozolede barındırılmasını hep onur kırıcı buldu. Adının putlaştırılmasını, okullara ve benzeri kurumlara verilmesini, heykel ve büstlerinin dikilmesini net bir şekilde reddetti. Evet, büyük devrimcinin vasiyeti, gerçek insanın isteği böyleydi.