2010 yılında Granma'da yayınlanan bu metin, Fidel Castro'nun Stratejik Zafer adlı kitabının giriş bölümünden alıntılanmıştır. Bir devrimciye dönüşme sürecini kendi dilinden anlatan bu yazısını, Castro'nun ölümü nedeniyle yayınlıyoruz. Başlık tarafımızdan konulmuştur. (kizilbayrak.net)
Bu hikayeye ne isim vereceğim konusunda tereddütler yaşadım; “Batista’nın son saldırısı” mı yoksa Binbir Gece Masalları’nı andıracak şekilde, “300 kişi 10.000 kişiyi nasıl yenilgiye uğrattı?” mı demek gerekiyordu bilemiyordum. Bu nedenle kendimi hayatımın ilk dönemiyle ilgili kısa bir otobiyografi eklemek zorunda hissettim; bu olmaksızın hikayenin ruhu tam olarak kavranamayacaktı. Beni bir devrimciye ve silahlı bir savaşçıya dönüştüren çocukluk, ergenlik ve gençlik dönemlerim hakkında sorulan sayısız soru ve yanıtın günün birinde yayınlanmasını beklemek istemiyordum.
13 Ağustos 1926’da doğdum. 26 Temmuz 1953’te Santiago de Cuba’nın Moncada kışlasına yapılan saldırı, Havana Üniversitesi’nden mezun olmamdan üç yıl sonra gerçekleşti. Bu saldırı, General Fulgencio Batista tiranlığının hizmetindeki Küba Ordusu’yla askeri olarak ilk karşı karşıya gelişimizdi.
José Martí tarafından 1895 yılında başlatılan İkinci Bağımsızlık Savaşı sırasında adaya gerçekleştirilen müdahale sonrasında Amerika Birleşik Devletleri tarafından kurulmuş olan Küba’daki silahlı kuvvetler, ABD’li şirketlerin ve yüksek Küba burjuvazisinin bir aracıydı.
1930’ların ilk yıllarında ABD’de patlak veren büyük ekonomik kriz, söz konusu büyük güç tarafından dayatılan ticari antlaşmalarla kendi gelişkin sanayi ve tarım ürünlerine bağımlı hale getirilen ülkemiz için çok büyük bir fedakârlık anlamına geliyordu. Şekerin satın alma gücü neredeyse sıfıra inmişti. Ne bağımsızlığımız vardı, ne de kalkınma hakkımız. Latin Amerika’nın herhangi bir ülkesinde bundan daha kötü koşullara rastlamak hemen hemen imkânsızdı.
İmparatorluk büyüyüp dünyanın en kudretli gücüne dönüştükçe Küba’da Devrimi gerçekleştirmek adamakıllı zor bir iş haline geliyordu. Sayıca az olsak da bazılarımız onu hayal edebiliyorduk ama kimse dünyanın pek çok yerinden çok sayıda insanın uzun yıllara dayanan fikir, eylem ve fedakârlıklarının bileşiminden oluşan bir kahramanlık hikayesinde kendi bireysel faziletlerine pay biçme iddiasında bulunamıyordu.
Küba’nın tam bağımsızlığı ve ABD’nin 50 yıldan uzun süredir devam eden saldırganlığı ve ablukası karşısında onuruyla ayakta duran bir toplumsal devrim o unsurlar sayesinde kazanılabildi.
Benim durumuma gelince, kuşkusuz tümüyle bir şans eseri olarak, hayatımın bu ileri aşamasında bazı gerçeklere ilişkin tanıklığımı sunabiliyorum; bu tanıklığın genç nesiller için herhangi bir değeri varsa eğer, on yıllarca süren çalışmalarıyla, adını Stratejik Zafer koymaya karar verdiğim bu kitabın içeriğinin büyük bir bölümünü oluşturmada bana çok yardımcı olan özenli ve ciddi araştırmacıların çabaları sayesindedir.
Beni o türden silahlı faaliyetlere taşıyan koşullar hiç silinmeksizin hala aklımdalar. Onları hatırlamaktan hala büyük haz alıyorum çünkü aksi halde neticede varlık sürecimi belirleyen inançlara neden ulaştığımı açıklayabilmem mümkün olmazdı.
Politikacı olarak doğmadım ama çok küçük çocukluğumdan bu yana zihnimde yer etmiş olan ve dünyanın gerçeklerini anlamama katkıda bulunan olaylar gözlemledim.
Doğduğum yer olan Birán’da aileme ait olmayan yalnızca iki tane tesis vardı: telgraf dairesi ve devlet okulu. Okulda hep ön sırada oturuyordum çünkü çocuk yuvası gibi bir yer yoktu, zaten olamazdı da. Böylece mecburen okumayı ve yazmayı öğrenmiş oldum. 1933 yılında henüz yedi yaşımı doldurmamışken, devletten alması gereken maaşı bile alamayan öğretmen, zeki olduğum iddiasıyla beni Santiago de Cuba’ya, neredeyse hiç eşya barındırmayan ve her yanından yağmur suları sızan yoksul bir evde yaşayan ailesinin yanına götürdü. O şehirde Birán’daki gibi bir devlet okuluna bile gönderilmedim.
Ders almadan veya öğretmenin işsiz bir müzik öğretmeni olan kızkardeşinin piyanodaki solfej alıştırmalarını dinlemekten başka hiçbir şey yapmadan geçirdiğim aylardan sonra, kimsenin ne dikte ne de kontrol ettiği el yazısı alıştırmalarım için verdikleri bir defterin kırmızı renkli kapağına basılmış olan bazı tablolar sayesinde sayıları toplamayı, çarpmayı ve bölmeyi öğrendim.
Beni başlangıçta geçici olarak yerleştirdikleri bu eski evde, günde bir kez bir kabın içinde getirdikleri yemekle, öğretmenimin kız kardeşi ve babası da dahil olmak üzere yedi kişi doymaya çalışırdık. İştah olduğunu zannederek açlığı tanıdım; küçük çatalımın ucuyla son pirinç tanesini avlar, iplerle kendi ayakkabılarımı tamir ederdim.
Yaşadığımız mütevazı ahşap evin karşısında yer alan bir lise askerler tarafından kalıcı olarak işgal edilmişti; askerlerin dipçikle insanları dövdüğünü gördüm. O anılarımı yazsam kitap olurdu. Paranın mutlak saltanatının hüküm sürdüğü o toplumda o mütevazı öğretmenin beni çocuk kurumu diye götürdüğü yer işte böyle bir yerdi.
Ailem kandırılmıştı ancak ben bunun farkında bile değildim; bu üçkağıt bana zaman kaybettirmiş ama buna yol açan sebeplere dair çok şey öğretmişti. Birkaç hadisenin ardından sekiz yaşıma bastıktan sonra, 1935 yılının Ocak ayında La Salle kardeşlerin okulunda birinci sınıfa yazıldım. Bu okul, Küba’daki İspanyol işgalcilerin inşa ettiği ilk katedralin yanı başındaydı. Yeni ve zengin bir deneyim daha başlamıştı.
Okula gündüzlü olarak başladım; Birán’daki öğretmenin kız kardeşi olan müzik öğretmeninin yukarıda bahsettiğim evin yakınında taşındığı yeni bir evde kalıyordum. Üç kardeş o ailenin yanında yaşadık: Angelita, Ramón ve ben. Her birimiz için ayrı bir ücret ödeniyordu. Öğretmenin babası bir önceki sene ölmüştü. Gayet iyi bildiğim aritmetik kurallarını tekrar tekrar çalışmam için baskı görsem de fiziksel olarak açlık çekmiyorduk. Buna rağmen o evden bıkmıştım ve hayatımda ilk kez bilinçli olarak isyan ettim; bazen zorla dayattıkları o tatsız tuzsuz sebzeleri yemeyi reddettim ve Santiago de Cuba’da edindikleri Fransız kültürüne sıkı sıkıya bağlı bu aile evinde kutsal sayılan bütün formel eğitim kurallarını çiğnedim.
Haiti konsolosu evlilik yoluyla bu ailenin bir ferdi olmuştu. Fakat isyankârlığım onlar için o denli katlanılmaz bir hal aldı ki, beni yatılı öğrenci olarak tümden okula gönderdiler. Beni hizaya getirmek için birkaç kez yatılı öğrencilikle tehdit etmişlerdi ama benim de asıl isteğimin bu olduğunu bilmiyorlardı. Başka çocuklara zor gelen bu şey, benim için özgürlük anlamına geliyordu. Beni bir kez olsun sinemaya götürmemişlerdi! Yatılı bir öğrenci olmanın zevkine varacaktım. Hayatımda aldığım ilk ödüldü yatılı olmak. Çok mutluydum.
Hayatımın bu yeni dönemi yeni sorunları da beraberinde getirdi. Santiago’ya iki sene erken gitmiş ama La Salle kardeşlerin okuluna bir sene geç başlamıştım. Birinci ve ikinci sınıfları kolaylıkla geçtim. Bu okul harika bir yerdi. Senede üç kez Birán’a gidiyorduk: Noel’de, Paskalya’da ve yaz tatillerinde. Bu tatillerde Ramón ve ben kuşlar gibi özgürdük.
La Salle’deki üçüncü senemde, notlarım çok iyi olduğu için beni beşinci sınıfa geçirerek ödüllendirdiler. Bu sayede kaybettiğim zamanı telafi etmiş oldum. İlk üç ay boyunca her şey çok iyi gitti: Notlarım parlak, sınıf arkadaşlarımla ilişkilerim mükemmeldi. Her hafta, sıradan sorunlar karşısında uygun davranış gösteren öğrencilere verilen bir belge alırdım. Sonra topluluk üyelerinden biriyle, yatılı öğrencilerin müfettişiyle ufak bir talihsizlik yaşadık.
Santiago limanının diğer kıyısında Renté denilen yerde okulun geniş bir arazisi vardı. Burası topluluk üyeleri için bir inziva ve dinlenme yeriydi. Yatılı öğrenciler, hiçbir eğitsel aktivitenin yapılmadığı perşembe ve pazar günleri oraya götürülürdü. Hoş bir spor sahası vardı. Spor yapıyordum, yüzüyordum, balık tutuyordum, izcilik yapıyordum. Körfezin girişinin hemen yakınında, büyük roketler halinde tesisin girişini süsleyen Santiago Deniz Savaşı kalıntıları görünürdü. Bir pazar günü Renté’den Santiago’daki iskeleye dönüş yolunda, El Cateto botunda başka bir yatılı öğrenciyle önemsiz bir kavgaya tutuştuk. Okula döner dönmez tartışmamız tatlıya bağlanmıştı; ama bu tartışma yüzünden tarikatın otoriter üyelerinden biri yüzüme var gücüyle bir şamar indirdi. Genç ve güçlü biriydi. Kulaklarımda çınlama, serseme dönmüştüm. Öncesinde beni beni kenara çekmişti ve vakit neredeyse gece yarısı olmak üzereydi. Açıklama yapmama bile izin vermemişti. Uzun koridorda beni götürdüğü yerde kimseler bizi görmemişti. İki üç hafta sonra, sırada konuştuğum için kafama bir şaplak atarak beni yine aşağılamaya çalıştı.
O ikinci olayda, kahvaltısını ilk bitiren öğrencilerden biriydim çünkü dersler başlamadan önce meşin toplarla oynamak için biraz zaman kazanmak isteyen bütün öğrenciler sırada öne geçmeye çalışırdı. Günün ilk öğününü hızlıca yedikten sonra her öğrencinin yaptığı gibi elime aldığım tereyağlı ekmeğimi olduğu gibi müfettişin yüzüne fırlattım ve tekme ve yumruklarımla ona öylesine saldırdım ki otoritesi ve aşağılayıcı yöntemleri bütün gündüzlü ve yatılı öğrencilerin önünde iki paralık oldu. O okulda uzun süre kimsenin aklından silinmeyen bir olay oldu bu.
O zamanlar 11 yaşında olmama rağmen hepsinin isimlerini gayet iyi hatırlıyorum. Ancak burada tek tek saymak istemiyorum. 70 seneden uzun süredir o adamdan hiç haber almadım. Kendisine herhangi bir kin gütmüyorum. Olaya neden olan öğrenciyle ilgili olarak ise, devrimin zaferinden yıllar sonra, kusursuz ve dürüst tavrını koruyan biri olduğunu öğrendim.
Yine de bu olayın benim açımdan bazı sonuçları oldu. Olay Noel’den birkaç hafta önce gerçekleşmişti ve iki buçuk haftalık bir tatile çıkacaktık. O müfettişliğe, ben ise öğrenciliğime devam ediyordum; ikimiz de birbirimizi tümüyle görmezden geliyorduk. Onurum söz konusu olduğundan, davranışımda herhangi kusur bulunamazdı. Ancak ebeveynlerimiz onların talebi üzerine bizi almaya geldiklerinde gerçeği sakladılar ve beni ve iki erkek kardeşimi kötü davranmakla suçladılar. Babama, “oğlunuzun üçü de bu okulun gördüğü en büyük haydutlar” dediler. Bunu babamı sıkça ziyaret eden diğer çiftçi arkadaşlarına üzüntülü bir şekilde anlattıklarından öğrendim. Raúl henüz altı yaşında bile değildi, Ramón daima kibarlığıyla bilinirdi ve ben de haydut değildim.
Beni Santiago’da okumam için geri yollamaya ikna etmek için gerçekten büyük çaba göstermem gerekti; sorunla alâkaları bile olmayan Raúl ve Ramón, ders yılının geri kalan kısmında Birán’da kaldılar. 1938 yılında, dersler açısından daha zorlu ve sıkı ama rakibi La Salle Kardeşler’e göre daha yüksek ve zengin bir sınıfa hizmet veren Cizvit tarikatına bağlı Dolores Okulu’na gündüzlü öğrenci olarak kaydedildim.
Bu kez babamın arkadaşı olan İspanyol bir işadamının evine yerleştirildim; orada elbette hiçbir maddi sıkıntım olmadı ama beşinci sınıfı bitirene kadar kaldığım bu ev daha da tuhaf bir yerdi.
Yaz başında ablam Angelita da liseye hazırlanmak üzere o eve geldi. Kendisini hazırlayacak olan kişi, verdiği eğitimi başvuru sınavıyla ilgili konuları kapsayan kalın bir kitaba dayandıran siyah bir öğretmendi. Derslere ben de katılıyordum. Hayatımda gördüğüm en iyi öğretmen ve belki de en iyi insanlardan biriydi. Bir gün, benim de başvuru konularına ve lisenin ilk yılında okutulan derslere girmem fikriyle çıkageldi; böylece bir yıl sonra liseye girmek için gereken yaşa ulaşır ulaşmaz sınavlara girebilecektim.
O öğretmen bende ders çalışmaya yönelik büyük bir ilgi uyandırdı. Dolores Okulu’nda gündüzlü öğrenci olarak beşinci sınıfı bitirmemi takip eden o tatil döneminde İspanyol işadamının evine katlanabilmemi sağlayan tek şey bu ilgiydi.
O yazın sonunda hastalandım ve yaklaşık üç ay boyunca Santiago de Cuba İspanyol Koloni hastanesinde yattım. O yıl bana yaz tatili yoktu. Karşılıklı yardımlaşmayı ilke edinen o hastanede insan ayda iki pezoya, ki o da iki dolara tekabül ediyordu, her türlü sağlık hizmetini alabiliyordu. Ancak yine de pek az insan bu harcamayı karşılayabiliyordu. Apandiks ameliyatı oldum ve on gün sonra ameliyat yaram enfekte oldu. Öğretmenin hazırladığı ders programını unutmamız gerekiyordu.
1938’da, aynı yılın ilerleyen aylarında biz üç erkek kardeş, Dolores Okulu’nda yatılı öğrenci olarak tekrar bir araya geldik.
Altıncı sınıfta, birkaç haftalık dersi kaçırmış olmam nedeniyle diğerlerini yakalamak için büyük çaba göstermem gerekti. Yeni bir dönem başlamıştı. Coğrafya, astronomi, aritmetik, tarih, gramer ve ingilizce bilgimi ilerlettim.
Bir gün, tekerlekli sandalyesi, ses tonu ve nazik yüzüyle bende sempati uyandıran Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Franklin Delano Roosevelt’e mektup yazmak geldi aklıma. Büyük bir bekleyişin ardından bir sabah okul yönetimi büyük olayı duyurdu: “Fidel, Amerika Birleşik Devletleri Başkanı’yla mektuplaşıyor”.
Roosevelt, mektubuma yanıt vermişti. Biz öyle sandık. Oysa gelen şey, mektubun alındığını belirten ve teşekkür eden bir elçilik yazısıydı. Ne büyük bir insandı, artık bir dostumuz vardı: Amerika Birleşik Devletleri Başkanı! Daha sonra öğrendiğim her şeye karşın ve belki de öğrendiklerim yüzünden, şahsi güçlüklerle mücadele eden ve faşizme karşı doğru bir tutum benimseyen Franklin Delano Roosevelt’in, hasmının öldürülmesi emrini vermesinin imkânsız olduğuna inanıyorum; kendisi hakkında bildiğimiz kadarıyla pek muhtemel ki, tümüyle gereksiz ve biçimsiz iki şeyi yapmayacak, Japonya’daki savunmasız iki kente atom bombası atmayacak ve Soğuk Savaşı tetiklemeyecek biriydi.
Küba’nın en doğusunda yer alan o en büyük bölgesinde kökü çok eskiye dayanan o burjuva okulunda, La Salle’dekine göre çok daha gelişkin bir akademik ihtimam ve disiplin mevcuttu. Cizvitler hemen hemen tümüyle İspanyol kökenliydi ve eğitimlerinin ileri aşamalarında rahip olarak vaftiz ediliyorlardı; eğitimleri boyunca görevleri veya sorumlulukları itibariyle Tarikatin üyesi olarak hareket etmek zorundaydılar. Okulun en kusursuz şahsiyeti, dürüst ama sıcakkanlı ve cana yakın biri olan ve öğrencilerle konuşan Peder Garcia’ydı.
Birinci sınıftan lisenin sonuna kadar süren dönem boyunca tatillerimi hep Birán’da geçirdim. Birán, ovalar, platolar ve yüksekliği neredeyse 1000 metreyi bulan tepeler, doğal ormanlar, çam ormanları, nehirler ve göllerle dolu bir bölgeydi; orada doğayla yakınlaşmış ve okulun, Santiago’da yanlarında kaldığım ailelerin evlerinin veya Birán’daki kendi evimin bana dayattığı her türlü denetimden kurtulmuştum; artık altıncı sınıfı da geride bırakmış bir öğrenci ve dolayısıyla ailede giderek daha fazla prestij sahibi olmanın keyfini süren biri olarak annemin sürekli korumasına ve babamın hoşgörülü himayesine sahip olsam bile durum buydu.
Ancak burası bu konuyu konuşmanın yeri değil, yalnızca bu kitapta tartışılan konunun anlaşılması için gerekli olan şeylerden asgari düzeyde bahsediyorum.
Kendi kendime, Dolores Okulu’ndan Küba’nın başkentinde bulunan Belen Okulu’na geçme kararı aldım. Orada, Santiago de Cuba’daki La Salle Okulu’ndakinin aksine, – sayıları 100’ü aşan – yatılı öğrencilerden sorumlu olan Peder Llorente otoriter biri değildi ve hasım olmak bir yana, benim için bir arkadaş oldu. Okuldaki hemen hemen tüm cizvitler gibi İspanyol kökenli olan Peder, rahip olarak atanmanın hemen öncesindeki aşamadaydı. Yaşça kendisinden daha büyük olan bir erkek kardeşi Alaska’da Eskimolar arasında rahiplik yapıyordu ve o bakir doğada yaşayan Amerikan yerlilerinin hayatları, gelenekleri ve faaliyetleri hakkında yazdığı, Sonsuz Buzul Ülkesinde adını taşıyan hikayeler biz öğrencileri hayretler içinde bırakıyordu.
Llorente, İspanyol İç Savaşı’nda sağlık görevlisi olarak bulunmuştu; savaşın sonunda idam edilen mahkûmların çarpıcı hikayelerini anlatırdı. Aynı görevi yerine getiren diğerleri gibi onun da görevi gömülmeleri öncesin bu kişilerin öldüğünü tasdik etmekti. Peder Llorente politika hakkında konuşmazdı. Ondan bu konuda tek kelime duyduğumu hatırlamıyorum. İçinde bulunduğu tarikatten gurur duyan bir cizvitti. Öğrencilerinin özveri ruhunu ve karakterini test eden faaliyetler yaptırırdı. İkimiz, Zapata Bataklığı’nda sayıları binleri bulan timsahlardan avlamayı planlıyorduk; ve 1945’teki son yaz tatilimde Turquino Dağı’na bir tırmanış planı yaptık. Bizi deniz yoluyla Santiago de Cuba’dan Ocujal’a götürmesi gereken küçük bot bütün gece bir türlü çalışmadı ve oraya gitmenin başka da hiçbir yolu yoktu. Planımızı iptal etmek zorunda kaldık. Evdeki 12 kalibrelik otomatik av tüfeklerinden birini yanıma aldığımı hatırlıyorum. Daha sonraları müstahkem mevkii tam da o bölgede bulunan bir gerillaya dönüştüğümde o yolculuğun bana ne çok faydası olabilirdi!
18 yaşımda mezun olduğumda sporcu, izci, dağcı, okuduğum okulda öğretilen konularda iyi bir öğrenciydim ve – kullanmayı babamdan öğrendiğim – silahlardan çok hoşlanıyordum.
Sanat Diplomasıyla mezun olduğum yıl okulun en iyi atleti ve orada verilen en iyi dereceyle izcibaşı ilan edildim. Mezuniyet gecemde orada bulunanların alkışları annemi çok mutlu etmişti. Hayatında ilk kez bir törene katılmak için gece elbisesi giymişti. Okuma azmimde bana en çok destek olan kişilerden biriydi.
Mezun olduğum bölümün okul yıllığında aşağıdaki sözlerle bir fotoğrafım bulunuyordu:
Fidel Castro (1942-1945). Sanatla ilgili her konuda öne çıkan biri oldu. Mükemmeliyeti ve kardeşliğiyle, okulun bayrağını cesaret ve gururla savunan gerçek bir atletti. Herkesin hayranlık ve sevgisini kazanmayı bilirdi. Hukuk okuyacağından ve hayat kitabını parlak sayfalarla dolduracağından kuşku duymuyoruz. Fidel o kapasiteye sahip ve sanatçı yanı da eksik olmayacak.
Aslında, matematikte dilbilgisinden daha iyi olduğumu söylemeliyim. Matematiği daha mantıklı ve kesin buluyordum. Hukuk okudum çünkü çok tartışıyordum ve herkes benim bir avukat olacağımı söylüyordu. Mesleki bir doğrultum yoktu.
Gerçek şu ki seçkin okullar sokaklara temel siyasi bilgilerden yoksun mezun dalgaları salıyordu. İnsanlık tarihi gibi temel bir konuda bizlere öncelikle, Perslerin çağından İkinci Dünya Savaşına kadar, erkek çocukları ve delikanlıları cezbeden türümüzün bilinen askeri maceralarını anlatıyorlardı.
Savaş oyuncakları üretimi ve satışı bugün neredeyse silah ticareti kadar büyük bir sektör. Böyle çılgınlıklara ve savaşların kendisine sebep olan toplumsal sistem hakkında ise hiçbir şey öğretmediler.
Bizi Yunan ve Roma tarihi hakkında aydınlatıyorlar ama sanki Büyük İskender’in savaş maceraları ve Marco Polo’nun yolculukları anlatmaya değmezmiş gibi, Hint ve Çin medeniyetleri gibi çok eski medeniyetlere yalnızca değinmekle yetiniyorlardı. Bugün, bu iki ülke olmaksızın tarih yazmak mümkün değildir. Bize Maya ve Aymara-Quechua medeniyetlerinden, sömürgecilik ve emperyalizmden bahsetmelerini ise hayal bile edemezdim.
Liseden Sanat Diplomasıyla mezun olduğumda, sadece bir üniversite vardı, Havana Üniversitesi, oraya öğrenciler siyasi bilgiden yoksun olarak giderlerdi. İstisnalar bir tarafa, neredeyse bütün öğrenciler, çocukları için daha iyi bir gelecek isteyen küçük burjuva ailelerden geliyordu. Az sayıda öğrenci üst sınıftandı ve toplumun yoksul kesimlerinden gelen neredeyse kimse yoktu. Varlıklı ailelerin çocukları şayet liseden itibaren orada okumuyorlarsa yüksek öğrenimlerini genellikle Amerika Birleşik Devletleri’nde tamamlarlardı. Bu onların suçu değildi, bir sınıf mirasıydı. Üniversite öğrencilerinin büyük bir bölümünün Küba’daki Devrime katılmaları, insanlar için bilinç ve eğitimin değerine ilişkin bir testtir.
Belki buraya kadar bahsedilenlerden bazıları bundan sonrakileri anlamaya yardımcı olur.
Üniversiteye ilk günden gitmedim, yeni öğrencilerin saçlarının zorla kesilmesinden ibaret olan, yeni gelenlere yapılan aşağılayıcı şakaları reddediyordum. Yeni öğrenci olarak kendimi belli etmek için saçlarımı kısacık kestirdim.
Oldukça karmaşık bir sorun olan konaklama sorununu çözdükten sonra, spor aktivitelerine nasıl dâhil olacağımı keşfetmek üzere üniversite stadyumuna gittim. Basketbol, beysbol, futbol sahası ve koşu parkuru vardı, hoşuma giden her şey vardı. Belén’in basketbol menajerine verdiğim sözden kurtulmam biraz zor oldu. Uzun bir süre, basketbolda onun öğrencisi olarak devam etmeyi kabul etmiştim, ama o aristokrat bir kulübün antrenörüydü. Ona hem üniversitenin öğrencisi olup hem de üniversiteye karşı başka bir takımda oynayamayacağımı açıkladım. Anlamadı ve bozuştuk. Üniversitenin basketbol takımında oynamaya başladım. Okul aynı zamanda fakülte için beyzbol oynamamı istedi ve ben de evet dedim.
Hukuk fakültesi yönetimi bir konuda delege adayı olmamı istedi, ben de itiraz etmedim.
Kendimi gün içerisinde birçok şey yapmam gereken bir durum içinde buldum. Uzak bir yerde yaşıyordum, her zaman bizimle ilgilenen ve bize karşı sevgi dolu olan, baba tarafından büyük kız kardeşim Lidia, ben üniversiteye başladığımda Santiago de Cuba’dan Havana’ya taşınmaya karar vermiş ve orada yaşamaya başlamıştı.
Bir gün kendime nefes almak için bile vakit kalmadığını fark ettim. Spordan feragat ettim ve okul yönetiminin bana önerdiği görevi yerine getirmeye karar verdim. Delege olarak Antropoloji konusunu temsil etmek için mücadele ettim, bu özel bir çaba gerektiriyordu. Okul yönetiminde bir görevi siyasi bir meslek olarak algılayan eski bir kadroyla karşı karşıya geldim. Bu alandaki aktivitelerim böyle başladı.
Çıkar peşinde politikacılık yapmanın, sahtecilik ve yalanların ülkemizde ne denli hakim olduğunu tahmin etmemiştim. Ama ilk günden itibaren bunu bilmiyordum. Seçim yapıldığında rakibimin her oyuna karşılık beşten fazla oy aldım ve diğer konularda bizim eğilimimizdeki adayların kazanmasına katkıda bulunabildim. Böylece, aldığım oy sayısı sonucunda, birkaç ay içinde, Havana Üniversitesi’nin en kalabalık fakültelerinden birinde birinci sınıf öğrencilerinin temsilcisi oldum. Bu bana belirli ölçüde önem kazandırdı, ama bunun için fazla erkendi. Üniversitedeki farklı çıkarlar konusunda hiçbir fikrim yoktu.
Üniversiteyi tanıdıkça, üniversitenin zengin tarihini de tanıyordum. Kolonyal dönemde kurulan ilk üniversitelerden biriydi. Kültür ve bilim alanının tanınmış kişilikleri bronz ve mermer figürlerle, ya da meydanlara, binalara ve üniversite kurumlarına isimleri verilerek anılıyorlardı.
İspanyol kolonyal yönetiminin hizmetinde olan gerici bir gazetecinin mezarına tecavüz ettikleri suçlamasıyla, 27 Kasım 1871’de gönüllü İspanyol askerleri tarafından kurşuna dizilen sekiz tıp öğrencisine özel bir hayranlık besleniyordu. Sonradan ispatlandığı üzere, böyle bir olay hiç olmamıştı.
Okulun hemen yanında bulunan ve ismini Nazilerin acımasız bir katliam gerçekleştirdikleri Çek köyünden alan Lidice Parkı, bana enternasyonalizm öğeleri kattı.
Martí, Maceo, Céspedes, Agramonte isimleri ve diğer isimler her yerdeydi ve sosyal kökeninden bağımsız olarak, birçoğumuzun hayranlık ve ilgisini uyandırıyordu. Üniversitedeki atmosfer, öğretmenleri İspanya’dan gelen ya da İspanya’da eğitilen elit özel lisedeki gibi değildi. İspanya kültürümüzün büyük bölümünün beslendiği yerdir ama aynı zamanda kölelik ve kolonyal yönetimin de.
O sıralarda yani 1944 seçimlerinden sonra ülke, 1930’larda dünya ekonomik krizinin ortasında Machado tiranlığı devrilip birkaç aylığına geçici bir devrimci hükümet kurulduğu sırada üniversiteden çıkan bir Felsefe profesörü tarafından yönetiliyordu. O süreçte, Platt Yasası tarafından sınırlandırılan bağımsızlık koşullarında, öğrenciler mücadeleci Küba işçi sınıfı ve genel olarak halkın yanında önemli bir rol oynadılar. Felsefe profesörü Ramón Grau San Martín 1933’te hükümet başkanlığına getirildi. Halkçı güçlerin temsilcisi olan ve devlet bakanlığına atanan, genç anti-emperyalist devrimci Antonio Guiteras, aldığı cesur anti-emperyalist önlemler sebebiyle, bu aylarda en fazla öne çıkan figürdü.
Ordunun devrimci asker ve astsubayları arasından gelen ve ordu komutanlığına getirilen Fulgencio Batista, daha sonra gerici toplumsal kesimler ve bizzat ABD büyükelçiliği tarafından devşirilerek 100 gün süren radikal hükümeti devirdi.
Gerardo Machado’nun devrilmesinde işçi sınıfı hayati bir rol oynadı. Esas olarak, devrimci şair Rubén Martínez Villena tarafından parlak bir şekilde yönetilen küçük komünist parti tarafından örgütlenen devrimci genel grev Machado tiranlığını devirme mücadelesini başlattı. Bunu hatırlamakta fayda var, çünkü devrimci bir genel grev gerçekleştirme fikri, bizim Moncado Kışlası baskınından sonraki mücadelemizle de ilişkilidir. Devrimci genel grev, İsyan Ordusunun başarılı son saldırısından sonra kullanılan ve 1 Ocak 1959’da halkın tam zafere ulaşmasını sağlayan başlıca silahtı.
1940’larda anti-komünizm, tepkilerin ekilmesi ve zihinlerin kitle iletişim araçları ile kontrol edilmesi güçlü bir şekilde ortay çıktı. Dünyanın askeri ve siyasi kontrolü için gerekli koşulları oluşturmuşlardı. Yüksek öğretim merkezimizde artık 1930’ların devrimci ruhundan pek az şey kalmıştı.
Profesör tarafından kurulan ve kendisini geçmiş zaferler sayesinde iktidara taşıyan parti, isminin sonuna “Gerçek” sıfatını ekleyerek, son Bağımsızlık Savaşı’nı örgütlemek üzere Martí tarafından kullanılan ismi benimsemişti: Küba Devrimci Partisi.
Her yerde skandallar ortaya çıkmaya başlayınca, aynı partinin saygın bir senatörü olan Eduardo Chibás hükümete karşı suçlamaların başını çekti. Zengin bir aileden geliyordu ama kuşkuya yer bırakmayacak şekilde dürüsttü, geleneksel Küba partilerinde bulunması zor bir özellik. Küba’nın en çok dinlenen radyo istasyonunda, her pazar akşamı saat sekizde yarım saatlik bir radyo programı vardı. Kitle iletişiminin ne anlama gelebileceğine ilişkin ülkemizde gördüğümüz ilk örnekti. İsmi ülkenin her köşesinde biliniyordu. Küba’da henüz televizyon yoktu. Bu yolla, yaygın okur-yazar olmama durumuna rağmen, kırda ve şehirlerde çalışan kitleler, profesyoneller ve küçük burjuvazi üzerinde yaygın etkisi olabilecek bir siyasi hareket ortaya çıktı.
En gelişmiş sanayi işçileri ve seçkin aydınlar arasında, Marksist düşünceler kendilerine kolayca bir yol buldular. Vereme kurban giden Rubén Martínez Villena, Machado tiranlığını devirerek kazandığı en önemli zaferinden çok kısa bir zaman sonra çok genç yaşta öldü. Geride hatırlanan ve tekrarlanan şiirleri kaldı. Ama her zaman Küba toplumunun ayrıcalıklı ve ezen kesimleri tarafından yayılan anti-komünist önyargılar, Julio Antonio Mella’nın Üniversite Öğrencileri Federasyonunu (FEU) ve bağımsızlık savaşında José Martí’nin yoldaşı olan Baliño’yla birlikte ilk Küba Komünist Partisini kurduğu parlak günlerden itibaren artmaya devam etti.
Grau San Martín’in yoz hükümeti kaotik, sorumsuz ve gülünçtü. Üniversiteyi ve az sayıdaki devlet lisesini kontol etmek istiyorlardı. Başlıca araçları baskı değil yolsuzluktu. Üniversite devletten gelen kaynaklara bağımlıydı.
Ahlaksız bir kişi eğitim bakanı olarak atanmıştı. Milyonlarca dolar çalındı. Hiçbir okur-yazarlık programı uygulanmadı.
1940 Anayasası ile getirilen toprak reformu ve diğer önlemler unutuldu. Batista para dolu ceplerle Florida’da yaşamak üzere ülkeyi terk etti. Ülkeyi, terfiler ve ayrıcalıklarla şişirilen Silahlı Kuvvetlerin ve Kongre ve Belediyelere seçilebilecek, bürokratik kurumlarda ve özel şirketlerde istihdam edilen önemli sayıda takipçisinin ellerine bıraktı.
En kötüsü de Grau San Martín’le birlikte iktidara gelen sahte devrimcilerin yüküydü. Bunlar bir şekilde Machado ya da Batista’ya karşı olmuş kişilerdi. Bu nedenle devrimci olarak nitelendiriliyorlardı. Bu grupların en kötüleri baskıcı polis teşkilatında, Soruşturma Bürosu, Gizli Polis, Trafik Polisi ve başka birimlerde önemli görevlere atandılar. Herhangi bir vatandaşı kefaretle salıverilme hakkı olmaksızın tutuklama yetkisi olan acil mahkemeleri ellerinde tuttular. Sonuç olarak, Batista’nın baskı aygıtı değişmeden yerinde kaldı.
Farklı isimlerle, Guiteras’la, Machado ve Batista karşıtı mücadelenin diğer saygın liderleriyle bağlantılı insanların oluşturduğu birçok örgüt ortaya çıktı. Bu sahte devrimin saflarında dürüst ve cesur insanlar, kendini devrimci olarak nitelendirenler vardı, Küba’da gençliği her zaman cezbeden bir fikir ve sıfat. Aslında, söz konusu olan amacın ulaşamamış bir devrimin dramatik bir aşaması olsa da, medya onlara anında devrimci sıfatını vermeyi uygun gördü. Gerçek bir toplumsal program yoktu ve ülkeyi bağımsızlığa taşıyacak daha da az hedef söz konusuydu. Tek gerçek devrimci ve anti-emperyalist program Mella ve Baliño tarafından kurulan, sonrasında Rubén Martínez Villena tarafından yönetilen partinin programıydı. Tutkuyla dolu bu değerli genç lider bir şiirinde, “Devrimlerin görevini tamamlamak için/ alçakları öldürecek bir ceza lazım” diyordu. Ama Küba’nın Komünist Partisi izole edilmişti.
Toplam kayıtlı öğrenci sayısı 12 binden fazla olan üniversitede tanıdığım binlerce genç arasında, bilinçli anti-emperyalist ve militan komünistlerin sayısı 50’yi, 60’ı geçmezdi. Hükümet karşıtı protestoların hayranı olan beni de başka değerler cesaretlendiriyordu, sonradan anladım ki bu değerler hala sonradan edindiğim devrimci bilinçten oldukça uzaktı.
Binlerce öğrenci süregelen yozluğu, güç istismarını ve toplumdaki kötülükleri reddediyordu. Çok azı büyük burjuvaziden geliyordu. Sokağa çıkmamız gereken zamanlarda, bunu yapmakta tereddüt etmediler.
Üniversitemizin Trujilo’ya karşı mücadele eden sürgünlerle bağlantıları vardı ve onlarla tam dayanışma içindeydi. Aynı zamanda, Pedro Albizu Campos liderliğinde bağımsızlıklarını talep edem Porto Rikolular da üniversitenin desteğine sahipti. Bunlar gençliğimizdeki enternasyonalist bilincin unsurlarıydı, dolayısıyla Dominik İçin Demokrasi Komitesi ve Porto Riko’nun Bağımsızlığı İçin Komite’nin başkanlığına atanmak beni çok etkiledi.
Üniversite sürecimin bir sahnesi orada ne yaşadığımı anlamaya yardımcı olabilir. 1946’da ikinci sınıfa başladığımda, artık üniversitemiz ve ülkemiz hakkında çok daha fazla şey biliyordum. Kimsenin beni hukuk fakültesinin seçimlerine katılmaya davet etmesine gerek yoktu. Bizzat ben üniversiteye yeni başlayan, aktif ve akıllı bir öğrenci olan Baudilio Castellanos’u geçen yıl benim aday olduğum konuda aday olması için ikna ettim. Doğuda aynı bölgeden geldiğimiz için onu iyi tanıyordum; liseyi dindar protestanlar tarafından yönetilen bir okulda okumuştu. Babası, Birán’daki evime 4 km mesafede bulunan Marcané köyünde, uluslararası bir Amerikan şirketine ait bir şeker fabrikasında kimyacıydı.
Birinci sınıf öğrencileri arasından en aktif ve adaylık konusunda en istekli olanlarını seçtik. Ben ikinci sınıfların tam desteğine sahiptim, hatta rakibimiz benim karşımda aday olmasını sağlayacak sayıda öğrenciyi bile toplayamadı. Seçimlerde bir önceki yılla aynı düşünceyi uyguladık ve bizim eğilimimiz ezici bir zafer kazandı.
Hukuk fakültesinde öğrencilerin büyük bir çoğunluğunu oluşturuyorduk ve Havana Üniversitesinin en kalabalık fakültelerinden birinde, kimin öğrencilerin başkanı olacağına karar verebilirdik. Beşinci ve son sınıfta olanların sayısı fazla değildi, dördüncü sınıftakiler liselerin dört seneden beş seneye çıktığı yıla denk gelen dönemdi ve bu sınıfta da azdılar. Delegelerin çoğunluğuna sahip değildik ama öğrencilerin büyük bir çoğunluğuna sahiptik.
O sırada Ortodoks Parti ile ve Raúl Valdés Vivó, Alfredo Guevara ve başkaları gibi Komünist Gençlik üyeleriyle temas kurduk. Küba Komünist Gençliği’ni yöneten, akıllı ve yetenekli bir kişi olan Flavio Bravo’yla tanıştım.
Her şeyi olduğu gibi bırakıp bir yol daha bekleyebilirdim. Sonuç olarak, siyasi açıdan yansız olan üst sınıf delegeleriyle ilişkilerim kötü değildi. Ancak, rekabetçi bir ruh hali beni harekete geçirmişti, bizim zamanlarımızda bile gençlere eşlik eden kendine yeterlilik hissi ve kibir de etkili olmuş olabilir.
Bu, bir yıl daha bekleme imkânım olacağı anlamına gelmiyordu. Verilmiş taahhütler beni başka yollara taşıdı. Ama ondan önce, hayatıma yönelik en büyük tehlikeyi sadece 20 yaşımdayken, daha sonra keşfedeceğim soylu amaçlara herhangi bir faydası olmaksızın, yaşadığımı söylemeliyim.
Aslında, etkinliklerimiz ve gücümüz ülkenin tek üniversitesinin sahiplerinin dikkatini çok erkenden çekmişti. Yüksek öğretim merkezimiz, tarihsel kökleri ve Küba İspanya’dan bağımsızlığını kazandığında Küba halkına empoze edilen Platt Yasası sonucunda kurulan cumhuriyette üstlendiği rol nedeniyle özel bir önem kazanmıştı. Üniversite Öğrencileri Federasyonu’nun eski başkanı Grau hükümetinde üst düzey bir göreve getirildiği için, yeni başkanın belirlenmesi gerekiyordu.
Asi karakterim sonucunda, üniversiteyi kontrol eden güçlü grupla karşı karşıya geldim. Hukuk fakültesi birinci ve ikinci sınıftan arkadaşlarımın desteği dışında bir dayanağım olmaksızın günler, aslında haftalar geçti. Etrafımda sıkıca toplanmış öğrenci grupları eşliğinde üniversiteden çıktığım durumlar oldu. Ama, buna rağmen, bir gün artık üniversiteye girişime izin vermeyeceklerini söyledikleri ana kadar her gün derslere ve etkinliklere gittim.
Bir kez anlatmıştım, ertesi gün, günlerden pazardı, kız arkadaşımla plaja gittim, yüzükoyun uzanırken ağladım, çünkü bu yasağa kafa tutmaya kararlıydım ve bunun ne anlama geldiğini anlıyordum. Düşman toleransının sınırlarına ulaşmıştı. Kişot aklıma göre, tehdide kafa tutmaktan başka çare yoktu. Bir silah alabilir ve yanımda taşıyabilirdim.
Spora merakı ve üniversiteyi sık sık ziyaret etmesi nedeniyle tanıdığım, Ortodoks Partinin militanı olan bir arkadaş bana Machado ve Batista diktatörlükleriyle karşı karşıya gelme deneyimlerini anlatırdı, benimle çok konuşurdu ve bizim mücadelemizden haberdardı. Durumdan ve benim kararımdan haberdar olunca, olabileceklerin en kötüsünü engellemek üzere elinden gelen her şeyi yaptı.
Bundan sonra, çeşitli zamanlarda bahsettiğim ve burada tekrar anlattıklarım zaten uzun olduğu için tekrarlamak istemediğim çok sayıda olay oldu; ama o noktadan itibaren tamamen kararlı olduğumu ve bir silah edindiğimi belirtme ihtiyacı hissediyorum. Üniversite hayatımdaki deneyimler, bir süre sonra Martí’nin takipçisi ve Kübalı bir devrimci olarak başlayacağım uzun ve zor mücadelede işime yaradı. Düşüncelerim hızla olgunlaştı. Mezuniyetimin üzerinden henüz üç yıl bile geçmemişti ki, ideallerimi paylaştığım yoldaşlarımla birlikte ülkenin ikinci en önemli askeri merkezine saldırdım. Bu, Küba halkının tam bağımsızlık ve ulusal kahramanımız José Martí’nin hayalini kurduğu adil cumhuriyet için silahlı başkaldırıyı yeniden başlatması anlamına geliyordu.
1 Ocak zaferinden sonra, bu devrimci kalenin savunulmasına yer alan ve önemli misyonlar yerine getiren Celia Sánchez’in girişimi sayesinde, Pedro Álvarez Tabío’nun başını çektiği tanınmış ve yorulmak bilmez tarihçiler, olayların geliştiği Sierra Maestra’nın her köşesini dolaştılar ve bulunduğumuz her yerde ve her evdeki kişilerden yeni bilgiler topladılar, ben dahil olmak üzere kimsenin bu veriler olmaksızın burada anlattığım her detayın doğruluğunu iddia edemeyeceği arşiv çalışmalarını yaptılar.
Diğer yandan, ABD’den danışmanlık ve ekipman desteği alan dönemin silahlı kuvvetlerinin planlarının devrimciler tarafından umutsuzca yok edildiği, imkânsızı mümkün kıldığımız o 74 günlük çatışma sırasında meydana gelen olayların böylesine titiz bir tarihçesini çıkartma sorumluluğunu yalnızca o deneyimsiz savaşçılara kılavuzluk ve şeflik eden biri üstlenebilirdi. O tarihi kahramanlıkta yaşamlarını kaybedenleri onurlandırmanın başka yolu yok. Ülkemizde gerçekleşen o çatışmaya dair elimizde hiçbir kayıt bulunmuyor. Bağımsızlık için verilen o şanlı mücadele neredeyse yarım yüzyıl önce sona erdi. Silahlar, iletişim araçları, herşey o dönemde çok farklıydı; tanklar, uçaklar, 500 kiloluk TNT içeren bombalar yoktu. Sıfırdan başlamak gerekiyordu. Ailevi kökenlerime karşın, liseden mezun olduğumda içinde bulunduğum topluma ilişkin Marksist-Leninist bir düşünceye ve derin bir adalet inancına sahiptim.
Tarihçi Alvarez Tabio’nun yazdığı mükemmel metinlerde bana düşen, en iyi olanı almak ve gereksiz şeyleri çıkartmak oldu. Haritacı Otto Hernandez Garcini ile askeri uzmanlar ve tasarımcılar da kendi paylarına bu kitapta yer alan haritaları çizdiler; konunun askeri profesyoneller tarafından incelenebilmesi için o çizimlere ihtiyaç vardı. Che’nin ifadesiyle tiranlığın belkemiğini kıran o son düşman saldırısından sonra mücadele düşüncesini Sierra Maestra’dan şehirlere nasıl taşıdığımızı ve rejimi savunan 100.000 silahlı adamın topyekün gücünü yalnızca beş ay içinde nasıl yıkıma uğratıp bütün silahlarına nasıl el koyduğumuzu açıklamamız gerekiyordu.
Stratejik Zafer adını taşıyan bu kitap, bizi Santiago de Cuba’nın kapısına ve kesin zafere taşıyan süratli ve ezici isyancı karşı saldırı hakkında yazılmayı bekleyen bir diğer kitabın giriş bölümü niteliğindedir.
Kaynak: sol.org.tr