Pençe-Kilit Operasyonundan başlayalım. Türkiye uzun süreden beri Arap dünyasında artık “model ülke” olarak değil, Neo-Osmanlıcı dış siyasetiyle gündemde. Bu yönüyle Irak’ta sürdürülen Pençe-Kilit harekâtı, Arap basınının önemli mevzularından biri. Hatırlanacağı üzere 18 Nisan’da Irak’ın Metina, Zap ve Avaşin-Basyan bölgelerinde büyük bir operasyon başlatılmıştı. Savunma bakanlığı harekatın amacını, “terörist unsurları etkisiz hâle getirerek hudut güvenliğini sağlamak” olarak açıkladı. Ancak Arap basınında operasyonun amacıyla ilgili farklı yaklaşımlar mevcut.
Irak’ta yayımlanan al Hurra gazetesinden Deyaa Avda, Pençe-Kilit operasyonuyla ilgili detaylı bir makale kaleme aldı. Makalenin dikkat çekici noktalarını şöyle özetlemek mümkün:
1. 60-70 kilometre derinliğe girmeyi hedefleyen operasyonda askerin girdiği yerlere adı “geçici” de olsa “kalıcı üsler” kurulması.
2. Operasyonda Türkiye’nin, KDP ile ortak hareket etmesi. Lakin Irak merkezi yönetimi “Irak’ın egemenliğinin açık ihlali ve toprak bütünlüğüne yönelik bir tehdit” olarak nitelendiriyor. Türkiye’nin Bağdat Büyükelçisi Ali Rıza Güney’e de protesto mektubu verildi.
3. İran, operasyondan son derece rahatsız. İran tarafından desteklenen Irak’taki Şii Kataib Hizbullah, “Irak’ın kuzeyindeki Türk güçleri, açık şekilde Irak’ın bölge bütünlüğünü ihlal ederek ülkenin petrol ve doğalgaz kaynaklarını ele geçirmeyi hedefliyor” şeklinde bir açıklama yapmıştı.
4. İran’ın operasyonun karşısında yer almasının sebebi ise operasyonun gizli hedefinin “İran gazının yerini alacak iddialı bir projeyle Irak Kürdistan’ından Türkiye’ye yeni gaz boru hatlarının inşası için varsayılan alanları güvenceye almak” olduğunu düşünmesi.
Öte yandan Erdoğan’ın Suudi Arabistan’a düzenlediği ziyaret de; Arap basınına da yansıdığı gibi BAE, İsrail ve Mısır ile sürdürülen ve ekonomik krizin baskısı altında gerçekleşen bir adım olarak değerlendirildi. Basında dikkat çeken son konu ise ABD’nin Berlin’de müttefik olduğu ülkelerin savunma bakanları toplantısı. Toplantıya Arap dünyasından sadece Fas, Ürdün, Katar ve Tunuslu bakanların katılması “siyasi ve stratejik bir hata” olarak nitelendirildi.
Türkiye Kuzey Irak’ta ne istiyor?
Deyaa AVDA
al Hurra
Türkiye’nin Kuzey Irak’a “Kilit Pençe” adı altında başlattığı askeri operasyon ikinci haftasına giriyor. Ankara’nın “birkaç noktaya ulaştığını” açıkladığı bir dönemde, medya ve gazeteler çarşamba günü “bir sonraki aşamada gerçekleştirmeye çalışılan tek bir hedef” olduğu açıklamasına yer verdi. Bu açıklama sürecin, ister kısa ister uzun vadede, gelişmeleri yöneten herhangi bir zaman diliminden bağımsız olarak devam edeceği anlamına gelir.
Bağdat geçtiğimiz günlerde bunu “Irak’ın egemenliğinin açık ihlali ve toprak bütünlüğüne yönelik bir tehdit” olarak değerlendirdi. Bu açıklama, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ülkesinin “merkezi Irak hükümeti ve Kuzey Irak’taki bölgesel yönetimle yakın iş birliği içinde olduğu” şeklindeki açıklamasına yanıt olarak geldi.
Türkiye, Irak’ta genellikle terör örgütü olarak sınıflandırılan, Sincar bölgesinde ve Irak Kürdistan Bölgesi’nin dağlık alanlarında üsleri ve eğitim kampları bulunan PKK militanlarına yönelik saldırılar gerçekleştiriyor. Ancak mevcut saldırı, gözlemcilere göre birkaç noktada bir öncekinden farklı.
Yukarıdakilere ek olarak, Ankara için “tek hedef” olması en belirgin özelliği olabilir. Devlete ait TRT web sitesine göre bu hedef, “Metina, Zap ve Avaşin-Basyan terör koridorunu temizlemek ve güvenli bölge oluşturmak”. 60-70 kilometre derinliğe kadar uzayacak operasyonun ardından “geçici askeri üsler” ve askeri kontrol noktaları kurulacak.
Türkiye konusunda uzman siyaset araştırmacısı Mahmud Alluş’a göre, Türk operasyonunun odaklandığı bölge, PKK”nin Türkiye’ye ulaşmak için kullandığı kara koridoru olduğu için büyük önem taşıyor. Mağaralar ve tahkimatlarla dolu bu bölgenin kontrol edildikten sonra güvenliğini sağlamak için kalıcı bir askeri varlığın gerekliliği göz önüne alındığında, saldırının hedeflerine ulaşması zaman alıyor. Alluş, al Hurra’ya, “Türklerin bölgede kalıcı askeri üsler kurma planlarının Bağdat ile ilişkilerini daha da gerginleştirebileceğini” söyledi.
Erbil, operasyon konusunda Ankara ile işbirliği yapıyor ve PKK’yı zayıflatmak ve Kerkük-Ceyhan petrol boru hattını güvence altına almakla ilgilendiğini belirten Alluş militanları güneye itmenin “ileride parti için bir güvenlik sorunu yaratacak” ifadelerini kullandı. Alluş, Irak sınırındaki “güvenli bölge” projesiyle ilgili olarak, bunun “Türkiye’nin Suriye sınırını da içeren güvenli bölge vizyonunun bir parçası” olduğunu ekliyor.
Alluş, “Türkiye’nin kuzey Irak’ta herhangi bir başarısının Suriye’de benzer bir başarı olmadan gerçekleşemeyeceğine” inanıyor. “PKK ile Kürt birimleri arasındaki ikmal hatlarının ve kara iletişiminin Sincar üzerinden kesilmesi gerekiyor. Ancak bu hipotez Sincar’daki PKK ile ittifak içinde olan Haşd Şabi gibi diğer aktörleri çatışmaya sürükleyecektir” sözlerine yer verdi.
Bağdat ile Erbil arasında Sincar’da güvenliğin sağlanması konusunda bir anlaşma var. Ancak iki hükümette bu anlaşmayı “Haşd Şabi Güçlerine ve “PKK”ya dayatamadığı için uygulanamadı. Alluş’a göre Ankara, “Sincar’ın kuzey Irak’taki PKK, Haşd Şabi Birlikleri ve kuzeydoğu Suriye’deki diğer güçlere bağlayan bir kara köprüsü haline gelmesinden” korkuyor.
Iraklı siyaset araştırmacısı Mücahid al Tai ise son Türk operasyonunu şöyle okuyor: Öncelikle Türkiye’nin çıkarlarını ve Ankara’nın PKK tehdidi altında gördüğü kendi ulusal güvenliğini sağlamaya yönelik kapsamlı bir operasyonun parçası. Parti, “Kandil Dağları gibi Sincar Dağları’nda güvenli kaleler kurmayı ve Türkiye-İran-Irak ve Suriye-Türkiye-Irak sınırı üçgenleriyle kalıcı temas kurmayı amaçlıyor.
Al-Hurra’ya verdiği röportajda al Tai, mevcut operasyonun ardındaki “açıklanmamış bir hedefe” atıfta bulundu. Kısacası, “Türk operasyonu, İran gazının yerini alacak iddialı bir projeyle Kürdistan’dan Türkiye’ye yeni gaz boru hatlarının inşası için varsayılan alanları güvence altına almak istiyor.”
Al Tai’ye göre, haftalar önce Erbil’i vuran balistik füzelerin amacı bu süreçle ilgili bir mesaj göndermekti.
Şu ana kadar, Kuzey Irak’taki saha haritasının kısa vadede kökten değişeceğine dair fiili bir işaret yok. Öte yandan Türk siyasetçilerin açıklamalarının çoğu, Türk ordusunun girdiği bölgelerden çekilme niyetinin olmadığını gösteriyor. “Geçici askeri üsler” ve sınırlarda “güvenli bölge” konusunda konuşulanlar da bunu doğruluyor.
Irak’ta tıkanıklığın nedeni güvensizlik
Aksem SEYFEDDİN
al Araby al Cedid
Irak Başbakanı Mustafa el Kazımi, ülkedeki siyasi tıkanıklığın siyasi partiler arasındaki güven krizinden kaynaklandığını doğruladı. Siyasi sürecin üzerinde kurulduğu dengelerin her zaman için geçerli olmadığını söyleyerek, tüm siyasi durumun tartışılması ve önemli anayasa değişiklikleri üzerinde anlaşmaya varılması, tıkanıklığın sona erdirilmesi yönünde hareket edilmesi çağrısında bulundu.
Açıklama, geçtiğimiz aylarda Bağdat, Necef ve Erbil arasında ve çeşitli İranlı liderler tarafından yürütülen altı siyasi girişim ve çeşitli arabuluculukların bocalamasının ardından yeni Irak hükümetini kurma krizinin kritik bir dönemeçte olduğu bir zamanda geldi. Geçetiğimiz 10 Ekim’de yapılan parlamento seçimlerinde en yakın rakibinden büyük bir farkla birinci olan Sadr hareketinin lideri Mukteda es Sadr ile Tahran destekli Koordinasyon Çerçevesi ittifakı arasındaki mesafeyi kapatmak amaçlanıyor.
Al Kazımi, cumartesi günü yayınlanan resmi Al Sabah gazetesine verdiği röportajda, “Anayasal bağlam ile siyasi sürecin krizi arasında bir ayrım yapılmalı. Ülkedeki asıl tıkanıklık, her zaman için geçerli olmayan dengeler ve vizyonlar temelinde oluşturulan siyasi sürecin geliştirilememesinden kaynaklanmaktadır. Mevcut kriz özünde bir güven krizi olduğu için ülkenin koşulları tarafından yaratıldı” ifadelerini kullandı. Irak’ın siyasi durumunu çerçeveleyen ortak bir güven varsa, siyasi güçlerin mevcut siyasi tıkanıklıktan çıkıp fedakarlıklar veya tavizler verebileceğini vurguladı.
Sadr hareketi liderinin hükümeti kurmak için “Koordinasyon Çerçevesi” koalisyonuna verdiği sürenin sona ermesi beklentisiyle ülkedeki siyasi diyaloglar dondu. Verilen sürenin üzerinden dört hafta geçti ve süre önümüzdeki 11 Mayıs’a denk gelen Şevval ayının dokuzunda sona erecek.
İran’a yakın olarak tanımlanan güçleri içeren “Çerçeve” ittifakı, yeni hükümeti kurmaya yönelik hareket etmek için başka hiçbir blokla herhangi bir mutabakata varmayı başaramadı. Mevcut durumda Sadr, “Çerçeve”nin karşı çıktığı ve rızaya dayalı olduğu bir ulusal çoğunluk hükümeti kurma ilkesine bağlılığını yeniledi.
Türk cumhurbaşkanı, Suudi Arabistan liderliği ve Prens Muhammed Bin Selman ile uzlaştı
Al Arab
Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın perşembe günü Suudi Arabistan yolunda yaptığı açıklamalar, Türkiye cumhurbaşkanının İslami liderliği için Krallık ile rekabet etme arzusuna dayanan tüm eski yanılsamalarından kurtulmuş göründüğü yeni bir durumu yansıtıyordu.
Körfez siyasi çevreleri, Erdoğan’ın ülke ekonomisini, politikalarının ve liderlik arayışının doğrudan bir sonucu olan karmaşık krizlerden kurtarmaya yardım için Suudi Arabistan’a geldiğini söyledi. Erdoğan’ın nihayet Suudi Arabistan’ın İslam dünyasının liderliğinin unsurlarına sahip olması ile uzlaştığını kaydederek.
Gözlemciler, Türkiye cumhurbaşkanının Kaşıkçı olayında Türk kampanyalarının hedefi olan Suudi veliaht prensle arasındaki buzları eritmek için elinden gelen her şeyi yapacağına inanıyor. Bu kampanyalar bizzat Erdoğan tarafından yönetildi ve haksız bir tavana ulaştı. Özellikle de Riyad Türkiye’nin suiistimallerini tam bir sessizlik içinde karşıladı ve onlar hakkında yorum yapmadı. Bu, Türk cumhurbaşkanının Suudi öfkesini dağıtmasını zorlaştırıyor. Özellikle Erdoğan’ın Riyad’a getirdiği yatırımların ve büyük projelerin dosyasından sorumlu olan Prens Muhammed bin Selman ile.
Wall Street Journal, Suudi veliaht prensinin Türk cumhurbaşkanından Cemal Kaşıkçı cinayetinden bir daha asla bahsetmeyeceğine dair söz vermesini istediğini bildirdi. Ankara, ekonomisini içinde bulunduğu ağır krizden çıkarmak ve büyük yatırımları almak için uzun süredir Suudi Arabistan’a baskı yapıyor.
Analistler ve yetkililer, Suudi fonlarının Türkiye’nin, önümüzdeki yıl Erdoğan için zorlu olacak seçimler öncesinde enflasyonda keskin bir artış da dahil olmak üzere ekonomik sorunlarını hafifletmesine yardımcı olabileceğini söylüyorlar.
2018 yılında Kaşıkçı’nın Suudi Arabistan’ın İstanbul Başkonsolosluğu’nda öldürülmesinin ardından iki ülke arasındaki ilişkiler ciddi şekilde zedelendi. Erdoğan, Suudi yönetimin en üst düzey yetkililerini Kaşıkçı’nın öldürülmesi emrini vermekle suçlamıştı. Ancak Ankara o zamandan beri açıklamalarını çok yumuşattı.
Ankara ziyaretin, Kaşıkçı meselesi üzerinden yürüyen ağız dalaşı nedeniyle Suudi Arabistan’ın 2020’de Türk ithalatına dayattığı gayri resmi boykotu tamamen sona erdireceğini umuyor. Boykot, Krallığa yapılan Türk ithalatını yüzde 98 oranında azalttı.
Erdoğan’ın Suudi Arabistan ziyareti, Ankara’nın BAE, İsrail ve Mısır da dahil olmak üzere bölgesel güçlerle gergin ilişkilerini onarma çabalarında atılan bir adım. Diplomatlar ve analistler, Türkiye’nin son birkaç yıldır Suriye, Libya ve diğer dosyalardaki politikalarının giderek daha fazla izole olmasına neden olmasının ardından ekonomik ve siyasi baskıları hafifletmek için bu kararlı diplomatik çabaların gerekli olduğunu söylüyorlar.
Amerikan konferansında dört Arap savunma bakanı
Rai al Youm
Başyazı
Amerika Birleşik Devletleri’nin geçtiğimiz salı düzenlediği Ukrayna’ya destek amaçlı uluslararası konferansa toplam 43 ülkeden sadece dört Arap ülkesinin (Fas, Ürdün, Katar, Tunus) savunma bakanları katıldı. 18’den fazla Arap ülkesi bu konferansta yer almazken, ya açıktan ya da gizlice Rus kampının yanında yer almaya ya da çekingen bir şekilde tarafsız kalmaya karar verdiler.
Ürdün, Fas ve Katar gibi krallıkla yönetilen ve Amerika’nın müttefiki olan ülkelerin savunma bakanlarının hazır bulunması zaten beklenen bir şeyken şaşırtıcı olan Tunus Savunma Bakanının katılımıydı. Amerikan kampına resmi olarak bağlı olmayan ve monarşiyle yönetilmeyen bu devletin toplantıya iştirak etmesi pek çok soru işaretini beraberinde getiriyor. Bu konferansa katılmak üzere savunma bakanlarını gönderen ülkelerin büyük çoğunluğu NATO üyesi veya katılmak üzere. Ya da silah ve askeri teçhizat üreticisi konumunda. Bu nedenle ortaya çıkan soru, dört Arap ülkesinin buna katılımıyla ilgili. Yukarıda bahsedilen ittifakın üyesi değiller ve ileri veya geri askeri sanayileriyle tanınmazlar. Rusya’ya karşı savaşında Ukrayna’yı desteklemek için tank, zırhlı araç, uçak, insansız hava aracı ve füze üretimine katkıda bulunmak için mi konferansa katıldılar? Katar devleti hariç, Amerika Birleşik Devletleri’nin dostluğundan ve korumasından yararlanan tüm Körfez ülkeleri, Amerika’nın katılma davetini reddederken, niçin bu dört ülke Amerikan siperinde durarak güvenlik ve istikrarlarını riske atıyor?
Tank ve nükleer kitle imha silahları üreticisi ve 74 yıldır Amerikan yardımını en çok dillendiren İsrail devleti, konferansı boykot kararı aldı. Washington’daki ve çoğu Avrupa başkentindeki müttefiklerini ve koruyucularını kızdırsa da savunma bakanı Benny Gantz toplantıda yoktu. Dört ülke, Ukrayna’yı silahlandırmak ve Rus işgali karşısında destek için Berlin’e hangi temelde gitti?
Bazı Arapların çağrılarını yerine getirmek için acele ettiği Birleşik Devletler; Arapları ve onların haklı davalarını desteklemek ve Filistinli Arapları İsrail işgaline direnmeleri için silahlandırmak için tek bir konferans oluşturmadı veya düzenlemedi. Bilakis, yaşananlar bunun tam tersidir; 33 ülke Irak’ı işgal etmek için, 66 ülkenin (Suriye’nin Dostları grubu) Suriye’yi yok etmek için seferber edilmişti. Libya’yı yok etmek, rejimini değiştirmek ve onu kaos içinde başarısız bir devlete dönüştürmek için aynı sayı ve şemsiye ile müdahale edilmişti. Amerikan müdahaleleriyle aynı akıbete uğrayan Yemen’i de unutmayalım.
Bu toplantıya katılan dört Arap ülkesi büyük bir siyasi-stratejik hata yaptı. Kazanan veya kaybeden herhangi bir ata bahis oynamamalı ve bu savaşta tarafsız kalmalıydılar.
Evrensel / 02.05.22