Almanya basınında Hitler faşizminden kurtuluş günü 8 Mayıs’ta birçok yazı yayımlandı. TAZ’dan seçtiğimiz makalede faşizmden kurtuluşun 78. yıl dönümünde, Kızıl Ordu ve müttefiklerin sadece Almanları değil tüm insanlığı faşizmden kurtardığı vurgulandı. Faşizmin yenildiği ancak yok edilmediğine dikkat çekilen yazıda günün adının “Alman Faşizmine Karşı Zafer Günü” olarak değiştirilmesi talep edilerek, “Ve resmi bir kutlama ve anma günü haline getirilmesi, samimi bir hatırlama yönünde atılacak bir adım olacaktır” dendi.
Almanya’da bir başka tartışılan konu ise Almanya-Çin ilişkileri. Junge Welt’ten seçtiğimiz makalede, “Pekin ayrıca AB’nin olası yaptırımlarına karşı kararlı karşı önlemler açıklıyor; zaten krizde olan Alman ekonomisi kendine yönelik saldırı için geniş bir alan sunuyor” yorumu yapıldı.
İngiltere’de yeni yürürlüğe giren Kamu Düzeni Yasası, Kral Charles’ın geçen hafta sonu taç giyme töreninde monarşi karşıtlarının gözaltına alınmasına dayanak oluşturdu. Guardian’dan Owen Jones, bu olaydan yola çıkarak Muhafazakar Parti hükümetinin demokrasinin içini nasıl boşalttığına ve demokrasiyi nasıl savunmak gerektiğine dikkat çekti: “Bu demokratik kültürü inşa etmediğimiz sürece, her türden siyasetçi, zor kazanılmış hakları, sadece anlamsız basmakalıp sözlere dönüştürene kadar kırıp dökmeye devam edecektir.”
8 Mayıs anma günü: Büyükbabam savaşta donmuştu
Anastasia TIKHOMIROVA
TAZ
“Kurtuluş Günü” 8 Mayıs 1945, 78. kez Almanya’da alışılagelmiş anma törenleriyle kutlanıyor. Dünya Savaşı’nın sona ermesinden 25 yıl sonra Willy Brandt döneminde 8 Mayıs resmi olarak anılırken, CDU (Almanya Hristiyan Demokrat Birliği) hâlâ kutlamaya gerek olmayan bir yenilgiden üzüntüyle bahsediyordu.
15 yıl sonra bu tarih, Batı Almanya’da Almanya’nın Nasyonal sosyalizmden kurtuluşunun siyasi bir anma günü olarak önem kazandı. Doğu Almanya’da ise bu gün 1950’den beri Alman halkının Hitler faşizminden kurtuluş günü olarak kutlanıyordu.
Ancak, anılacak tarihi olayın belirlenmesi bugün bile çok ciddiye alınmış gibi görünmüyor. Çünkü gerçekte kim özgürleştirildi? Altı milyon Yahudi ve yaklaşık bir milyon Sinti ve Roman’a karşı tüm zamanların en kötü soykırımını gerçekleştiren Almanlar mıydı gerçekten?
Doğu Avrupa’ya karşı bir imha savaşı başlatan, Doğu Avrupa halklarını aç bırakan, köleleştiren, tecavüz eden ve ırkçı saiklerle milyonlarcasını öldüren Almanlar mı? Çoğunluğu savaşın sonuna kadar Hitler’in ateşli destekçileri olan Almanlar mı? Yahudi komşularının mülksüzleştirilmesinden büyük kazanç sağlayan ve milyonlarcası 1945’te hâlâ NSDAP üyesi olan Almanlar mı?
Alman okullarında hâlâ büyük ölçüde öğretildiği şekliyle tarih, bu tarihsel gerçekliği bastırmaktadır. İnsanlığa karşı işlenen bu suçları tek başına işlediği varsayılanlar Hitler ve Nazi yandaşlarıdır. Alman Yahudileri dışında, çoğunluğu Doğu Avrupa kökenli olan kurbanlar hakkında neredeyse hiçbir şey öğrenilmiyor.
Bunun yerine, Almanların kendileri Hitler’in kurbanları olarak stilize ediliyor. Başka seçenekleri olmadığı, hatta direnişte topluca savaştıkları söyleniyor. “Hitler’in iktidarı ele geçirmesi” teriminin de kullanılmasıyla, sanki zavallı Almanya 1933-45 yılları arasında Hitler tarafından zorla işgal edilmiş gibi bir hava yaratılıyor.
Bu efsaneler devam ediyor. Ne de olsa Stalingrad’daki Wehrmacht görevinden sonra bir Sovyet savaş esiri olan ve orada donan büyükbabayı hatırlamak, yolda yaktığı Sovyet köylerini ya da işlediği diğer savaş suçlarını hatırlamaktan daha kolay. Ya da gerçek antisemit duyguları ya da ihbarları yerine Yahudi komşularını saklayan büyükanne ve büyükbabalar hakkındaki yalanlar ya da enkaz altındaki kadınlar ya da yağmacı ve tecavüzcü Kızıl Ordu askerleri efsanesi.
Bu baskı, Wehrmacht subaylarının cephede çektikleri acılardan yakındıkları anılarını, bu anılardaki antisemit ve ırkçı ifadeleri bir bağlama oturtmadan yayımlayan Alman medyası tarafından da teşvik edilmektedir. Ya da “Unsere Mütter Unsere Väter” (Annelerimiz Babalarımız) gibi Alman Nazilerine insani bir yüz kazandıran dizi ve filmler, Belaruslu partizanların mücadelesini ve Almanların onlara karşı yürüttüğü ırkçı imha savaşını anlatan “Komm und Sieh” (Gel ve Gör) gibi başyapıtlar bu ülkede çok az ilgi gördü, hatta Sovyet propagandası ilan edildi.
Tüm bunlar, sadece kolektif değil bireysel suçluluk duygusuyla da yüzleşmekten kaçınan Almanların yarısından fazlasının sahip olduğu zihniyete ve dünya anma şampiyonları olarak kendilerini kutlamalarına katkıda bulunuyor. Bunlar 8 Mayıs gibi günlerde de ortaya çıkıyor. Çünkü Almanya’nın kurtuluşundan bahsedenler genellikle Almanların gerçek suçunu kabul etmeye ve bununla yüzleşmeye hazır değil.
Dünya Nazi Almanya’sından kesinlikle kurtuldu, Yahudiler imha kamplarından kurtarıldı, kapatılan ve işgal edilen Doğu Avrupa köyleri ve şehirleri Kızıl Ordu tarafından özgürleştirildi. Berlin’in Antisemitizm Komiseri Samuel Salzborn, Alman toplumunun bugün kendi geçmişiyle yüzleşmenin henüz başında olduğunu söylüyor. ABD ve birçok Doğu Avrupa ülkesi örneğinde olduğu gibi, bu tarihi önem taşıyan günün adının “Alman Faşizmine Karşı Zafer Günü” olarak değiştirilmesi ve resmi bir kutlama ve anma günü haline getirilmesi, samimi bir hatırlama yönünde atılacak bir adım olacaktır.
Çeviren: Semra Çelik
Taç giyme törenindeki gözaltılar Britanya’nın otoriterliğe kaymasının göstergesi
Owen JONES
Guardian
Demokratik özgürlükler zor kazanılır ve kolay kaybedilir. Vatandaşların güvenliklerini, özgürlüklerini ve hatta hayatlarını riske atarak nesiller boyu süren mücadeleler sonucunda elde ettikleri haklar, haftalar içinde, neredeyse hiç ses çıkarılmadan ellerinden alınabilir. Birleşik Krallık’ta artık polisin takdirine bağlı bir ayrıcalık olarak yeniden tanımlanan protesto hakkının kaderi de böyle. Bu hafta sonu, nüfusun yaklaşık dörtte birinin, yani 13 milyondan fazla İngiliz yetişkinin desteklediği cumhuriyetçiliği savunan onlarca barışçıl protestocu tutuklandı. Londra Polis Teşkilatı, Republic (Cumhuriyet) Grubunun Lideri Graham Smith de dahil olmak üzere altı kişinin tutuklanmasından duyduğu üzüntüyü dile getirmiş olsa da artık çok geç! Çünkü bu tür baskıcı davranışların başkalarını protesto etmekten caydırıcı bir etkisi olur.
Tutuklanma gerekçeleri özgürlüğün nasıl kaybedildiğine dair öğretici bir ders sunuyor. Protestocuların altısı da, kendilerini bir yere kelepçeleme niyeti taşıdıkları şüphesiyle tutuklanmalarına izin veren yeni Kamu Düzeni Yasası uyarınca tutuklandı. Yanlarında, pankartları sabitlemek için kullanılan kayışlar bulunmuştu. Bu yasalar kabul edilirken muhalifler, bunların sunulan amacın çok ötesinde uygulanacakları konusunda uyarıda bulunmuş ve abartı ve korku tellallığı yapmakla suçlanmışlardı. Ancak her zamanki gibi yine haklı çıktılar. Eğer politikacılarımız tamamen aptal değilse, yasaların barışçıl protestoları kısıtlamak için ne kadar sık kullanıldığının farkında olmaları gerekir. Polislik Yasası’nın, ‘çok gürültülü’ olduğu düşünülen protestoların bastırılmasına izin verdiği gerçeği göz önüne alındığında -ki protestolar tanımları gereği gürültülüdür- bu mantık tartışmasız daha net anlaşılabilir.
Macaristan’ın aşırı sağcı otokratı Viktor Orbán ülkesini gururla “liberal olmayan demokrasi” olarak tanımlıyor: Bu da bizim Muhafazakar Partimizin ulusal projesi haline geldi. Böyle bir model, düzenli seçimler gibi demokrasinin süslerini korumakta ancak özünü boşaltmaktadır. Bu, demokratik kültüre karşı bir savaştır. Protestolar konusunda polise verilen diktatörlük yetkileri de bu sürecin ayrılmaz bir parçasıdır. Kısa bir süre önce yapılan resmi bir kamu araştırmasında Londra polis teşkilatının kurumsal olarak ırkçı, homofobik ve kadın düşmanı olduğu ve dolayısıyla da demokratik haklar konusunda uygun olmayan bir karar merkezi olduğu tespit edilmiştir. Geçen hafta (taç giyme töreni öncesinde) “Protesto ya da başka bir şekilde meydana gelebilecek herhangi bir aksaklığa karşı toleransımız düşük olacaktır” gibi tehditkar bir açıklama yapılırken, şimdi “Amacımız protestoları engellemek değildi” deniyor.
Özellikle Brezilya, Hindistan, ABD ve İngiltere gibi birbirinden farklı ülkeleri etkileyen bu sağ popülizm tarzı, demokratik kültürümüzü çürütüyor. Bu demagojik eğilim, tüm muhalefeti ulusun kendisine yönelik bir tehdit, muhalifleri de “halk düşmanları” olarak resmediyor... Tarih bize, sınırsız devlet gücünün, barışçıl protestoların neden olduğu ‘aşırı kargaşadan’ çok daha büyük bir tehdit oluşturduğunu gösteriyor. Otoriter yöneticiler, kabadayı protestoculardan her zaman çok daha büyük bir potansiyel kötülük teşkil ederler. Ancak sağ popülist yöneticilerimiz ve onların medya yandaşları, iklim krizinin yarattığı varoluşsal tehditle başa çıkmak için daha sert eylemleri savunan göstericileri korkulması gereken gerçek tehdit olarak sunmayı başardılar.
Bugünkü İşçi Partisinin, Muhafazakarların demokrasiye karşı açtığı bu savaşı etkisiz hale getireceğini umanlar bu hayallerinden vazgeçmelidir. Keir Starmer’ın ekibi, hem zenginliği ve gücü yeniden dağıtma taahhüdünden yoksun kötü sosyal demokratlar hem de kötü liberaller, yani özgürlüğün zayıf savunucularıdır. Starmer, muhalefetin birkaç ay önce karşı oy kullandığı Kamu Düzeni Yasası’nı yürürlükten kaldırma taahhüdünde bulunmayı reddetti ve yasanın “yerleşmesine” izin vereceğini söyledi.
‘Protesto Hakkını Savun’ kampanyası halihazırda mevcut ve bu antidemokratik saldırıları övgüye değer bir şekilde hedef alıyor olsa da, kaybedilen bir hakkı geri kazanmayı amaçlayan bir harekete ihtiyacımız olduğu açık. Bu hareket demokrasinin tehlikede olduğunu kabul etmeli ve protestoların barışçıl olduğu konusunda otomatik bir varsayım talep etmelidir. Bu, iyi niyetli görünseler bile, tüm kısıtlamaların polis tarafından nasıl yetkilerinin ötesinde kullanılacağını kabul etmek anlamına gelmek zorundadır. Örneğin, 1936’da çıkarılan bir önceki Kamu Düzeni Yasası sözde Oswald Mosley’in Kara Gömleklilerini kontrol altına almak için çıkarılmıştı; ancak elli yıl sonra bile madencilerin grevi sırasında grev gözcülerini bastırmak için kullanıldı.
Ancak böyle bir hareket, sağlıklı bir demokraside halkın hükümetten değil, hükümetin halktan korkması gerektiğini vurgulayan bir kültür savaşı vermek zorundadır. İngiliz gazeteciler zaman zaman Fransızların diğer ülkelere kıyasla daha cömert sosyal haklara sahip olmalarına rağmen bu kadar yıkıcı protestolarda bulunmalarına şaşırıyor ve bunun nedenini anlayamıyor. Kültürel sorunun bir parçası da Britanya’nın, sadece tebaa olan halkın değil, seçilmemiş bir devlet başkanının egemen kabul edildiği bir monarşi olmasıdır; gözaltına alınan cumhuriyetçilerin de dikkat çekmeye çalıştığı nokta buydu. Bu demokratik kültürü inşa etmediğimiz sürece, her türden siyasetçi, zor kazanılmış hakları, sadece anlamsız basmakalıp sözlere dönüştürene kadar kırıp dökmeye devam edecektir.
Demokrasi her yerde ölüyor: Freedom House’a göre küresel özgürlükler 17 yıldır üst üste düşüş gösteriyor. Bu eğilimin itici gücü, kendilerini demokratik bir kisveye büründüren ancak gerçek bir demokrasinin temelini oluşturan kültürü çürüten sözde seçim otokrasilerinin yükselişidir. Yaşadığımız krizin ciddiyetini anlayıp hızla harekete geçmezsek, bu bizim kaderimiz olabilir.
Çeviren: Sarya Tunç
Pekin kendini kapatıyor: Alman-Çin ilişkileri
Jörg KRONAUER
Junge Welt
Yokuş aşağı: Berlin ve Brüksel’in şu anda planladıkları önlemleri hayata geçirmeleri halinde Almanya-Çin ilişkileri yakında bu yönde ilerleyebilir. AB Komisyonu, Rus silah şirketlerine yapıldığı iddia edilen veya gerçekleşen teslimatlar nedeniyle Halk Cumhuriyeti şirketlerine karşı yeni yaptırımlar uygulamak istiyor. Ayrıca AB şirketlerinin Çin’deki yüksek teknoloji yatırımlarına kısıtlamalar getirmeyi de planlıyor. Alman Silahlı Kuvvetleri temmuz ayında Avustralya’da Asya-Pasifik deniz ve hava kuvvetleri manevralarına devam edecek. AB Dışişleri Komiseri Josep Borrell, Tayvan Boğazı’nda AB ülkelerinden savaş gemilerinin düzenli devriye gezmesi çağrısında bulundu. Tüm bunların arka planında ABD’nin kapsamlı yarı akışkan yaptırımlarıyla Çin’in yüksek teknoloji endüstrisini mahvetme ve kıyılarındaki ada zincirine dramatik bir yığınak yaparak Halk Cumhuriyeti’ni askeri olarak tehdit etme girişimleri yatıyor. Durum çok ciddi.
Çin Dışişleri Bakanı Qin Gang’ın pazartesi günü Pekin’de ABD Büyükelçisi ile görüştükten sonra şimdi de Avrupa’da temaslarda bulunmasının nedeni de bu: Salı günü Berlin’de, çarşamba günü Paris’te, cuma günü Oslo’da bulundu. Belirleyici soru şu: Avrupalı devletler ABD’nin tırmandırma rotasına tam destek verecek mi? Bu konuda henüz kesin bir karar verilmiş değil. Planlanan yaptırımlar -hâlâ- bazı AB devletleri için önemli endişelere neden oluyor. Yatırım kısıtlamaları sanayide şiddetli bir hoşnutsuzlukla karşılanıyor. Son olarak Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, AB’nin Çin politikasında ABD’ye karşı “stratejik özerklik” göstermesini ve böylece ABD’nin “tebaası” haline gelmemesini talep etti. Tüm bunlar Qin’in en azından Pekin’e karşı transatlantik safların sorunsuz bir şekilde sıkılaşmasını engelleme girişiminde kullanabileceği kaldıraç noktalarıdır. Qin muhtemelen Salı günü Baerbock ile hiçbir yere varamadı; Baerbock Pekin ziyareti sırasında yaptığı gibi konuğuna insan hakları konusunda kamuoyu önünde ders vermekte ısrar etti. Qin’in Paris ziyaretinin nasıl geçeceğini zaman gösterecek.
Berlin ve Brüksel’in, Washington ile güçlerini birleştirdiğinde neyle karşılaşılacağı uzun zamandır belliydi. ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken’in şubat ayı başında Çin’e yapmayı planladığı geziyi “balon meselesi” nedeniyle iptal etmesinden bu yana -Pekin’in nasıl olsa yeni bir davetten kaçınamayacağını düşünen sömürgeci görüşe göre- Halk Cumhuriyeti ambarları kapatıyor. Bu arada Biden Hükümeti yeni bir toplantı tarihi için adeta yalvarıyor. Maliye Bakanı Christian Lindner’in Çin’i ziyaretinin kısa süre önce Çin tarafından iptal edilmesi Berlin’e yönelik bir uyarı atışı olarak görülebilir.
Pekin ayrıca AB’nin olası yaptırımlarına karşı kararlı karşı önlemler açıklıyor; zaten krizde olan Alman ekonomisi kendine yönelik saldırı için geniş bir alan sunuyor. Önce yaptırım sarmalına, sonra da gerilimin tırmanması sarmalına giden yol kısa. Ancak bir kez girdiğinizde, aşağı doğru dik bir spiral şeklinde.
Çeviren: Semra Çelik
Evrensel / 14.05.23