"Avrupa solu iltica lehine tutum almalı"

Avrupa Gündemi’nde bu hafta İtalya’daki mülteci faciası, İngiltere’de grev dalgasındaki son durum ve Almanya’daki ‘feminist dış politika’ tartışmaları var.

  • Çeviri
  • |
  • Basın derleme
  • |
  • 05 Mart 2023
  • 08:54

İtalya açıklarında yeni bir mülteci teknesi kazasında 62 kişi hayatını kaybetti. Yaklaşık 200 kişiyi taşıyan tekne, İtalya’nın güneyindeki Calabria bölgesindeki sahil kasabası Crotone yakınlarında karaya çıkmaya çalışırken parçalandı. Avrupalı liderlerin hâlâ ikiyüzlü konuşmalarına ek olarak sol da, iltica lehine net bir söylem benimsemiyor. Fransa’da yayımlanan Politis’ten seçtiğimiz makalede, “Aşırı sağın sürgünlerin kabulüne karşı eylemleri artarken, göç hakkında konuşmaya her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var. Sol hareketler, kabul ve iltica lehine tutum almalıdır. Söz konusu olan insanlığın, insanlığımızın geleceğidir” denildi.

İngiltere’de esas olarak ücret artışı talebiyle devam eden grev dalgasına son olarak pratisyen doktorların 72 saatlik grev kararı eklendi. Ancak bazı sektörlerde işverenlerin müzakere için grev iptali talebine bazı sendikaların olumlu yanıt vermesine tanık olunuyor. 15 Mart ise birçok sektörün katılacağı eş zamanlı büyük bir grev günü olarak planlanıyor.

8 Mart Uluslararası Emekçi Kadınlar Günü öncesi Almanya dışişleri ve kalkınma bakanları ortak bir açıklama yaparak dünya çapında “feminist” dış ve kalkınma politikasının yerleşmesi için çaba harcayacaklarını söylediler. Geri kalmış ülkelerdeki kadınların hamisi olacaklar, yardım bütçesini kadınları esas alarak belirleyeceklerdi. Sınıf politikasından umudunu kesenler tarafından en iyimser şekilde “Biraz da böyle olsun” diye selamlanan politikaya dair Almanya’dan seçtiğimiz makalede ise, “Bu hükümetin kadın ve azınlık haklarını göz ardı eden dış politika hamlelerinin listesi sonsuza kadar uzatılabilir. Bu nedenle yeni konsept her şeyden önce tek bir şeydir: Süslü laflarla formüle edilmiş boş bir kağıt” eleştirisi yapılıyor.

Akdeniz’de yine göçmen faciası: AB’nin suç ortağı ilgisizliği

Pierre jacquemaın
Politis

Genel kayıtsızlık içinde trajediler birbirini izliyor. 26 Şubat’ta İtalya kıyılarında, aralarında birkaç aylık bir bebeğin de bulunduğu 62 ceset bulundu. Çoğu savaş, zulüm ve yoksulluktan kaçarak Afganistan ve İran’dan gelmişti. İtalyan hükümetinin başı Giorgia Meloni, bu korkunç gemi kazasından sonra istediği kadar “derin acısından” bahsedebilir, ancak ağır bir sorumluluk taşıyor. İktidardaki aşırı sağ, insani yardım gemilerini aynı anda sadece bir kurtarma operasyonuna sınırlama zorunluluğu kılan ve insan kaybı riskini arttıran yeni kurallar onayladı.

Avrupalı yetkililer, Ursula von der Leyen’in yaptığı gibi “trajediyi” her zaman kınayabilirler, ancak sürgünlerin kabulü için onurlu ve sürdürülebilir koşulları finanse etmek yerine savunma bütçelerini ve sınırların kapatılmasını sürekli artıran politikalar, göç akımlarının yönetimini insan hakları konusunda çok az endişesi olan devletlere devrederek başkalarının hayatlarını tehlikeye atmaktan suçlu olmaya devam etmektedir.

Fransa her zaman insan hakları ülkesi olmakla övünebilecektir, ancak sığınma politikaları hiçbir zaman son yıllardaki kadar kötü muamele görmemiştir. Çadırların yırtıldığı, yiyeceklere polis tarafından el konulduğu ve aktivistlerin kriminalize edildiği görüntüler ülkemizi sanık sandalyesine oturtuyor.

Kimse Humus, Asmara, New York, Paris ya da Kiev’de doğmayı seçmez. Devletlerimizi kabul politikalarında daha mütevazı ve makul olmaya sevk etmesi gereken şey de budur. Çünkü Fransa’da, Avrupa’nın başka yerlerinde ve daha yaygın olarak kuzey ülkelerinde olduğu gibi, bir “göç sorunu” yoktur, sadece bir kabul sorunu vardır.

Bizim bir borcumuz var. Bizler, kuzey ülkeleri, kaçınılmaz olarak nüfus hareketlerine yol açan dünyanın bozulmasından sorumluyuz: İster küresel ısınma, ister eşitsizlikler, çatışmalar ve savaşlar olsun. Bu bizim borcumuzdur. Bu, faşist bir söylem olan “göçmen istilası” söylemine kapılmak anlamına gelmiyor. Ortada bir baskın yok ve hareketlerin çoğu güney ülkelerinden güney ülkelerine doğru gerçekleşiyor. Bu nedenle dayanışma görevimiz var. Çünkü ilgisizlik öldürür.

Her şey insanlığın yarısının diğer yarısının ölmesine izin vermeye karar verdiğini gösteriyor. Sanki gezegendeki en zengin insanların hayatta kalması, aramızdaki en yoksulların kademeli ve gizli bir şekilde ortadan kaybolmasına bağlıymış gibi. Geçen yıl 24 Aralık’ta üç yaşında bir kız çocuğu Tunus sahiline vurmuş olarak bulundu. Sekiz yıl önce, cesedi bir Türkiye sahilinde bulunan küçük Alan Kurdî’nin fotoğrafı tüm dünyada büyük yankı uyandırmıştı. Küçük kız bu onura sahip olamayacak. Neden, nasıl oldu da öfkeden önemsizleştirmeye geçtik? Önce sağlık krizi ve bugün Avrupa’nın kalbindeki savaşla birlikte ekonomik kriz, sınırlar sorununu yeniden kamusal tartışmanın merkezine yerleştirdi. Sanki tek tehlike dışarıdan geliyormuş gibi. Ortamın kendi içine kapanmayı ve parmakla günah keçisi ilan edilmeye elverişli olduğunu biliyoruz. Aşırı sağın sürgünlerin kabulüne karşı eylemleri artarken, göç hakkında konuşmaya her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var. Güvenlikçi ve yabancı düşmanı politikalara alternatifler mevcuttur. Hiç kimse evini, köyünü, toprağını, ailesini ve sevdiklerini zevk için terk etmez. Sol hareketler, kabul ve iltica lehine tutum almalıdır. Söz konusu olan insanlığın, insanlığımızın geleceğidir.

(Çeviren: Diyar Çomak)

Grevler: Müzakere sürecinde grev ertelemesi sorunu…

Lindsey GERMAN
Counterfire

İngiltere’de grev oylaması yapan ve greve giden çalışanların sayısı 30 yıldır görülmemiş seviyelere yükselmeye devam ediyor. İtfaiyeciler, otobüs şoförleri, tren sürücüleri, öğretmenler ve fizyoterapistler gibi çok çeşitli grupların hoşnutsuzluğunu paylaşan pratisyen doktorlar, hükümetin dayattığı grev oyu barajlarını aşan son grup oldu. On yılı aşkın süredir devam eden reel ücret kesintileri ile işverenlerin yararına olacak şekilde işi ‘modernleştirme’ ve ‘rasyonelleştirme’ yönündeki sonu gelmez planların birleşimi, her sektörde militanlığın artmasına yol açtı.

Thatcher’a özenenlerle dolu olan hükümet ilk başta grevleri bastırmanın iyi bir fikir olduğunu düşündü. Grevcilerin direncini ve kararlılığını ve aylar süren grev eylemi boyunca artan kamuoyu desteğini hafife aldılar. Şimdi de Rishi Sunak’ın, eylemlerin ateşini düşürmek için en azından bazı işçi gruplarıyla uzlaşma yolları bulmaya çalıştığı bildiriliyor. Ne de olsa bu grevler büyük paralara mal oluyor ve ulusal sağlık servisi (NHS) açısındansa zaten çok ciddi olan krizi daha da kötüleştiriyor.

Hükümet, bu yıl ve gelecek yıl hükümet borçlanmasının daha önce tahmin edilenden çok daha düşük olacağından hareketle, açıklanan grev günlerinden bazılarının iptal edilmesi için muğlak uzlaşma vaatlerinde bulunuyor.

Bu durum hemşirelerin sendikası RCN’de işe yaradı ve bu sendikanın yönetimi müzakere edebilmek için 48 saatlik grev tehdidini geri çekti. Sunak ve arkadaşlarının, en popüler grevci işçi grubunu mücadele alanından uzaklaştırmak ve daha sonra diğer grupları da aynı şeyi yapmaya ikna etmek, tehdit etmek ya da zorlamak isteyeceğine hiç şüphe yok. Muhtemelen muhafazakarların bir grup acil durum çalışanının daha greve gitmesini göze alamayacağı gerekçesiyle itfaiyecilere halihazırda diğer kamu sektörü çalışanlarının çoğundan daha iyi bir ücret artışı teklif edildi.

Ancak bu tekliflerin hiçbirinin enflasyonu karşılamadığı açık. Hemşirelere, ücret teklifinin biraz daha arttırılmasına ek olarak bir defaya mahsus bir ödemeden de söz ediliyor. Ancak böyle bir ödeme, artan gıda, enerji ve kira faturaları nedeniyle borcu artanlar için memnun edici olsa da, sadece bir defaya mahsustur. Çok daha fazlası kazanılabilecekken bununla yetinmek gerekmez.

Ve kesinlikle ciddi bir teklif dışında grevleri ertelemeye de gerek yok. Hükümet aynı yaklaşımı öğretmenler için de denedi; müzakereler için grev iptalini koşul koydu ama öğretmenler direndi. Hükümet ve işverenler eylemlere ‘ara vermenin’ çoğu zaman tekrar başlamayı zorlaştırdığını ve patronlara nefes alma alanı sağladığını biliyor.

Yüksek öğrenim çalışanları sendikası UCU anlaşmazlığında yaşanan da tam olarak budur. Uzlaştırma servisi ACAS’taki görüşmelerin ardından UCU Genel Sekreteri Jo Grady, görüşmelerin devam etmesini sağlayacak bir ‘sükunet’ dönemi için yedi günlük planlı grevleri iptal ederek iki haftalık bir duraklama ilan etti. Bu durum sendika içinde yaygın bir hoşnutsuzluğa neden olurken, işverenlere de gelecek yılın ücret teklifini anlaşma olmaksızın dayatma fırsatı verdi. Sendika üyeleri eylemi nisan ayının ötesine taşımak için yeniden oylama başlattı; ancak bu gecikmeler ya da bunların neden olabileceği moral ve motivasyon bozukluğu oylamayı kolaylaştırmıyor. 

Oysa hükümet ve işverenler kaçarken, sendikaların taleplerinde diretmesi ve herhangi bir müzakerenin eylemi iptal etmeyi gerektirmediği konusunda ısrar etmesi gerekir.

Grevler yurt içinde ve yurt dışında büyük bir etki yarattı ve mevcut anlaşmazlık dalgasının kesin sonucu ne olursa olsun, yeni bir sendikacılık dalgasının habercisi oldular. Öğretmenler sendikasının 15 Mart bütçe günündeki grevi, memurlar, pratisyen doktorlar, demir yolu işçileri ve öğretim görevlilerinin de katılacağı çok büyük bir gün olacağa benziyor. Bu ileriye doğru atılmış önemli bir adım. Ancak hükümeti yenmek için tek başına yeterli olmayacaktır. Bunun için sendikalar arasında çok daha fazla koordinasyon ve eylem gerekiyor ve ayrıca işyeri ve taban örgütlenmesinin çok daha güçlü bir şekilde geliştirilmesi gerekiyor.

Çeviren: Dış Haberler Servisi

Feminist dış politika

Jana FRIELINGHAUS
Neues Deutschland

Almanya Federal Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock, insan hakları ve değerlere dayalı dış politikanın gerçek önemini, kendine göre nüktelerinden biriyle açıkça ortaya koydu. Alman Dışişleri Bakanlığı feminist bir dış politika sürdürecekti. Bakanlığının yeni feminist uluslararası gündeminin temel hatlarını açıkladıktan sonra, bunun ne kadar ciddi olduğunu da açıkça ortaya koydu: Feminizm bir “sihirli değnek” değildir. Onun uygulayacağı feminist politika idealist feminizm değil “reel/gerçek feminizm” ile ilgilidir.

Eğer trafik lambası hükümetinin (Koalisyonu oluşturan SPD, Yeşiller ve FDP’nin renkleri olan kırmızı, yeşil, sarı nedeniyle hükümete trafik lambası hükümeti deniyor) hedeflerini, hakim düzenin temellerini sarsacak bir sol kadın hakları savunuculuğu ilkeleriyle karşılaştırırsak, aradaki farkın çok büyük olduğunu görürüz. Bir yanda Körfez monarşilerine silah ihracatı ya da petrol alımında artık önceden insan haklarına bağlı olarak formüle edilmiş ilkelerin günlük ihlalleri var. Çünkü orada kadın hakları ayaklar altına alınmakta. Ve trafik lambasının iltica ve göç politikası, insan haklarına değil, faydacılık kriterlerine yönelik olmaya devam ediyor. Alman ailelerine ya da evlerine bakıcı olarak gelen kadınlar kitlesel olarak sömürülmekte ve çocuklarından ayrılmaktadır. Tıpkı Almanya’da yaşayan kocalarına ve babalarının yanına gelmelerine izin verilmeyen çok sayıda kadın ve çocuk gibi, aile kurma haklarından mahrum bırakılmaktalar. Dahası, neredeyse sadece silah sevkiyatına odaklanmaya devam eden Ukrayna’ya verilen destek, kadınları şiddet ve ölümden korumak için hiçbir şey yapmıyor. Bu hükümetin kadın ve azınlık haklarını göz ardı eden dış politika hamlelerinin listesi sonsuza kadar uzatılabilir. Bu nedenle yeni konsept her şeyden önce tek bir şeydir: Süslü laflarla formüle edilmiş boş bir kağıt.

(Çeviren: Semra Çelik)

Evrensel / 05.03.23