Almanya’da uzun yıllardan beri ilk kez iki sendika, kamu ve demir yolu sendikaları, ulaşımı felç eden bir grev yaptı. Mega grev günü öncesi de kamu alanında sürekli uyarı grevleri yapılmıştı. Haftalık Der Freitag gazetesindeki yorumda politik grev hakkının olmadığı bir ülkede sendikaların koordineli ortak grevler yapmalarının işçilerin kendilerine güvenini artıracağına ve birlikte güçlü olunacağını göstereceğine dikkat çekiliyor.
Fransa’da eylemcilere karşı polis şiddeti artıyor. Bu durum küçük kasabalarda bile görülebiliyor. Emeklilik reformunun zorla onaylanmasından beri yürütme, Sarı Yelekliler’den bu yana görülmemiş baskıcı yöntemlere başvuruyor ve polisin suistimali, tüm toplum ve hatta Avrupa Konseyi ile Birleşmiş Milletler tarafından kınandı. Ayrı bir konu da geçtiğimiz hafta sonu Sainte-Soline kırsalındaki sulama rezervuarlarına karşı düzenlenen bir gösteri sırasında binlerce yaşam savunucusunun eşi görülmemiş şiddetli baskıya maruz kalmasıydı. Politis’ten seçtiğimiz makalede “Hükümet bu provokasyon savaşında ne kadar ileri gidecek?” diye soruluyor.
İngiltere hükümeti, sığınmacıların otellere yerleştirilmesinden kaynaklı masrafları azaltmak ve ülkeye gelişi daha az cazip kılmak için, eski kışlaların ve feribotların kullanılması gibi seçenekler üzerinde durduklarını açıkladı. Otellerde 50 bini aşkın sığınmacının barındığı ve bunun günlük maliyetinin 6 milyon sterlini aştığı belirtiliyor. Ancak bu plan, bu insanların İngiltere’ye gelme nedeninin otel konforu değil, güvenlik arayışı olduğunu göz ardı ediyor.
Kamu ve demir yolu sendikalarının ortak grevi gösteriyor: Emekçiler birlikte güçlüdür
Kathrin GERLOF
Der Freitag
Nihayet sendikalar birlikte yerel bir güç olabileceklerini keşfediyorlar. Grev hakkının kısıtlanma tehdidi altında olduğu bir ortamda bu cesaret verici. Kamu (ver.di) ve Demiryolu (EVG) sendikaları 27 Mart’ta ortak grev yaptı.
Şehirlerdeki çöp dağları, bomboş tren istasyonları ve havaalanları, hastanelerdeki sadece acil bakım ve boş posta kutuları ortamı hareketlendiriyor. Çöpleri atanların, demir yolu trafiğinin akmasını sağlayanların, mektupları posta kutusuna atanların, hastaneyi çalışır halde tutanların lehine bir hareketlilik bu. Çok basit ve bir o kadar da şaşırtıcı: Günlük yaşamın işleyişi hemşireye, tren görevlisine, postacıya, çöp toplayıcısına dayanır, kendilerine işveren denilenlere değil. Bu durum kamu hizmetleri için de geçerli.
Hastaya bakan ya da çöp kutusunu boşaltan belediye değildir. Onların görevi, her zaman bu işi yapmayı hayal edebilecek ve maaşlarıyla geçinebilecek yeterli sayıda insan olmasını sağlamaktır. Aşırı personel sıkıntısı yaşanmaması için yeterli önlemlerin alınması ve kamu sektöründe çalışmanın her zaman yeterli sayıda genç insan bulunmasını sağlayacak kadar cazip olması gerekir. Trenlerin A noktasından B noktasına gitmesini sağlayan Deutsche Bahn ya da diğer demiryolu şirketleri değil, çalışanlardır. Bunu yapanlar emekçilerdir.
Eğer gerçekten greve giderse, egemen olurlar. Ve ne kadar vazgeçilmez olduklarını açıkça ortaya koyarlar. Çünkü onlarsız yapmak zorundayız. Bu da 24 saat sonra büyük bir etki yaratır. İşte o zaman işverenlere de büyük acı verir. Aksi takdirde grev sırasında reddedilen şeyin adı hizmet, çalışma, üretim değildir. Bunun önceden bilinmesi ve kabul edilebilir bir teklif yapılması gerekirdi.
2015 yılında sosyal ve eğitim hizmetleri, demir yolları, postane ve Berlin’deki Charité’de greve gidilmesinden bu yana uzun bir süre sessizlik hakim oldu. Alman İşveren Birlikleri Konfederasyonu’nun (BDA) web sitesinde yazıyor: “Endüstriyel eylem sosyo-politik ve ekonomik açıdan son derece istenmeyen bir durumdur ve Alman ekonomisi için olumsuz sonuçlar doğurur.” Bu ifade sermayenin hedefidir. Sempati grevlerinin (biz bunlara dayanışma grevleri diyoruz) kabul edilemez olduğunu ilan eden içtihat hukuku tarafından da desteklenmektedir.
Acı gerçek şu ki, mart ayı başında Insa tarafından yapılan bir ankete göre, Alman vatandaşlarının çoğunluğu kritik altyapı alanında grev hakkının kısıtlanmasını ve hatta bu grevlerin tamamen yasaklanmasını istiyor. Anket, Hristiyan Demokrat Birlik CDU’nun ekonomi kanadı tarafından yaptırıldı ve sonuçlar da bu kanadın hoşuna gidecektir. Yeşiller destekçilerinin yüzde 53’ü (CDU’dan daha fazla) grevlere izin verilmeden önce dört gün önceden bildirimde bulunulmasını ve bir tahkim prosedürü uygulanmasını istiyor. Yine de Almanya, çalışan başına düşen grev günü bakımından sanayileşmiş ülkeler ortalamasının çok altında. Buna rağmen neden bu kadar çoğunluğun grev hakkının kısıtlanması lehinde bir araya geldiğini öğrenmek ilginç olurdu.
Grev hakkının kısıtlanması her zaman işçilerin aleyhine olduğu için, sendikaların güçlerini birleştirmesi bir ilerleme olarak görülebilir. EVG ve Verdi’nin bu fırsatı kullanması iyi bir şey. Demir yollarında 180 bin çalışan ve federal ve yerel düzeyde kamu sektöründe 2.5 milyon çalışan, bu birleşik bir güçtür. TİS uzmanları iki sendikanın aynı şeyi düşünüp yapmasının alışılmadık bir durum olduğunu söylüyorlar, ancak bu daha ziyade bu tür fırsatların şimdiye kadar ne kadar az kullanıldığı hakkında bir kabulleniş. Genel greve izin vermeyen bir ülkede bu durum üzüntü verici. Daha da üzücü olanı, farklı sendikaların ortak bir planlama organı bulunmaması. Neden yok? Ne de olsa ver.di Başkanı Frank Werneke’nin dediği gibi: “Birlikte daha fazlasını yapabiliriz!”
2022 yılında reel ücretler bir önceki yıla göre yüzde 4.1 oranında düştü, enflasyon ise yüzde 7.9 oldu. Bu tür rakamlardan söz edildiğinde “ekonomi” ücret-fiyat sarmalı argümanını öne sürmeyi sever: Onlara göre artan ücretler artan fiyatlara yol açar. “Ne pazarlık yaparsanız yapın, sonunda zararı siz göreceksiniz!” Buna karşı yapılacak olan birlikte güçlü olunduğunun kavranması ve harekete geçilmesi!
Çeviren: Semra Çelik
Protestoculara karşı savaş
Olivier DOUBRE
Politis
Fransa İçişleri Bakanı Gérald Darmanin, 28 Mart’taki (emeklilik reformuna karşı) 10. gösteri için rekor sayıda polisin seferber edildiği “istisnai” bir düzenleme yapılacağını duyurmuştu. Hükümet bu provokasyon savaşında ne kadar ileri gidecek? Çünkü görünen o ki, başka hiçbir siyasi yanıtı olmayan hükümetin elinde sadece cop ve vatandaşları eylemlerden uzak tutmak için kullandığı teknikler var. Öyle ki polis şiddetine ilişkin önemli sayıda tanıklık gazetecilerin ve Polis Genel Müfettişliğinin masalarına yığılıyor.
Bunların çoğu zaten göstericilere yönelik diğer ciddi şiddet eylemlerinin failleri ve aralarında şu anda Ulusal Meclisin web sitesinde 170 binden fazla imza toplayan bir dilekçe ile feshedilmesi talep edilen Brav-M’nin (Motorize bir kolluk kuvveti ve tutuklama tugayı) aşırı şiddet yanlısı filosunun üyeleri de var. Benzer şekilde, Opera Meydanında, Paris’teki 9. gösteriye varıldığında, organize çevreleme yöntemleri ile göstericilerin dağılmasını engellemişti. Bu teknik insanları korkutarak gösteriden uzaklaştırmak için tasarlanmıştır.
Ancak, polis şiddeti 25 Mart’ta Sainte-Soline’de zirveye ulaştı (batı Fransa’da binlerce çevre aktivisti, sulama rezervuarlarına karşı düzenlenen bir gösteri sırasında polisle çatıştı).
Şu anda ölümle yaşam arasında gidip gelen bir protestocu ve 200 yaralı var. Başkaları da olacak mı? Daha kaç hayatın feda edilmesi, ellerin koparılması, gözlerin oyulması, insanların sakat bırakılması gerekecek?
Fransa’nın polis politikasıyla ilgili ciddi bir sorunu var ve bu yeni bir mesele değil. Öyle ki Avrupa Konseyi, 24 Mart’ta İnsan Hakları Komiseri tarafından yapılan resmi bir açıklama ile bunu hatırlatmak zorunda kalmıştı. Bugün ülkede öfke bu denli yükselmiş ve şiddet eylemlerine dönüşmüş ve gerçekten bu konuda dünyanın gözleri Fransa’nın üzerindedir.
Ancak bugün Paris’ten Sainte-Soline’e, Rennes’den Dijon’a kadar gerçeklerle yüzleşmek zorundayız: Haftalardır bu iktidar halkın görüşlerini umursamadığından, bu tutumun mantıksal sonucu güç kullanımına yol açmaktadır.
Sosyal ağlarda Sainte Soline gösterisinin ses kayıtlarını dinlediğinizde dehşete kapılıyorsunuz: her iki saniyede bir el bombaları patlıyor (Bakan Darmanin 4 bin el bombası atıldığını doğrulamayı uygun gördü. Not: İki saatten kısa bir süre içinde kullanılan el bombaları arasında yasal olarak savaş silahı olarak sınıflandırılanlar da var.), yaralılar acı içinde çığlık atıyor ve yoldaşları bağırarak yaralı göstericileri tedavi eden ve ilk yardım noktası aynı atışların hedefi olan militan doktor ve hemşirelerden yardım istiyor.
Çeviren: Diyar Çomak
Yetkililer yanılıyor, mülteciler İngiltere’ye oteller için gelmiyor
Diane TAYLOR
Guardian
Başbakan Yardımcısı Dominic Raab, otellerin sığınmacılar için bir çekim faktörü olduğunu söyleyen ilk üst düzey politikacı değil ve muhtemelen sonuncusu da olmayacak.
Çarşamba günü hükümetin sığınmacıları barındırmak için otellere alternatif olarak askeri üsleri ve tekne, feribot gibi araçları kullanmayı planladığını açıklamasından önce medya turuna çıkan Raab “İnsanları buraya çeken faktörlerden biri, buraya yasa dışı yollardan geldikleri takdirde bir otele yerleştirileceklerini düşünmeleri. Bu sona erecek” diyordu.
Göç Bakanı Robert Jenrick geçtiğimiz kasım ayında Sunday Telegraph’a verdiği demeçte “Otel Britanya”nın sona ermesi gerektiğini söylemiş, bundan bir yıl önce de dönemin İçişleri Bakanı Priti Patel, otellerin bazı sığınmacılar için çekici bir faktör olduğunu belirtmişti. Dışişleri Bakanı James Cleverly de kısa bir süre önce Sky News’de aynı iddiayı dile getirdi.
Bu bakanların, sığınmacıların lüks bir otel odası için mi tehlikeli yolculuklara çıktıklarını sorup sormadığı ya da hükümetin bu iddiaları destekleyecek herhangi bir araştırma yapıp yapmadığı bilinmiyor.
Pandeminin başlangıcında otel politikasının önemli ölçüde uygulanmaya başlamasından bu yana yüzlerce sığınmacıyla görüştüm ve hiçbiri otelde kalma fırsatını İngiltere’ye gelmelerinde bir etken olarak saymadı. Mülteciler bu ülkeye çeşitli nedenlerle geliyor ve bunlar iki kelimeyle özetlenebilir: Güvenlik arayışı. Oteller hiçbir sığınmacının istek listesinde yer almaz ve birçoğunun otellerden haberdar olması bile olası değil. Aslında sığınmacılar otellere yerleştirilmekten de hoşlanmıyor. Otel odalarında kendilerini izole edilmiş hissediyorlar ve kendi yemeklerini pişirebilmek istiyorlar.
Hükümet, sığınma hakkını “hak ettiğini” düşündüğü mülteciler için çok sınırlı güvenli ve yasal yollar sunarken, bu yollara erişemeyen sığınmacıların buraya gelmeye devam etmelerinin gerçek nedenleriyle ilgilenmiyor. İçişleri Bakanlığı, güvenli ve yasal yolların bulunmadığı ya da çok kısıtlı olduğu beş ülkeden gelen 12 bin sığınmacı için sığınma kararlarını kolaylaştırmaya yönelik kısa süre önce duyurduğu planda, Afganistan, Suriye, Eritre, Libya ve Yemen gibi belirli ülkelerden kaçan kişilerin büyük olasılıkla iyi niyetli mülteci koruma talepleri olduğunu kabul etti.
İngiltere’de sığınma talebinde bulunmak (henüz) yasadışı olmasa da, hükümet artık sığınmacılardan yasa dışı göçmenler olarak bahsediyor. Bu düşmanca ve negatif terim, sığınmacıların kim olduklarına ve kaçtıkları koşullara dair kolektif bir unutkanlık yaratılmasına yardımcı oluyor. Hükümet kaynaklı bu hafıza kaybı kısa vadeli siyasi ya da seçim hedeflerine yardımcı olabilir ancak İngiltere’nin ve güvenli ve istikrarlı ülkelerdeki diğer hükümetlerin karşı karşıya olduğu sorunun temelini gizliyor. Çok sayıda mülteci hareket halinde. Bunların büyük çoğunluğu İngiltere’ye gelmiyor olsa da, meselenin tek taraflı olarak değil uluslararası düzeyde ele alınması gerekiyor.
“Tekneleri durdurun” ya da “Otel kullanımına son verin” gibi sloganlar gidişatı düzeltmez. Sığınmacıların tehlikeli yolculuklara çıkma ve Kuzey Fransa’da aşırı kalabalık sandallara sıkışma nedeni konforlu otellerde kalabilmek için değil. Aslında yerleştirildikleri otellerin gerçeği kemirgenler, küf ve çocukların kilo kaybetmesine neden olacak kadar kötü yiyeceklerden ibaret. Ancak sığınmacılar için güvenlik, ne kadar kötü olursa olsun yaşam koşullarından her zaman daha önemlidir. Eğer hükümet sığınmacıların kim olduğu ve onları İngiltere’ye iten nedenler hakkındaki gerçeklerle yüzleşmeden bu sorunu asla çözemeyecektir. Otel kullanımına son verme planı, sığınmacılar kadar hükümetin alkış almayı umduğu seçmenler tarafından da memnuniyetle karşılanacaktır. Ancak konaklama yerlerini otellerden askeri üslere, gemilere ya da teknelere çevirmek, ölüm kalım kararıyla karşı karşıya kalan insanların buraya gelmesini engellemeyecektir.
Çeviren: Dış Haberler Servisi
Evrensel / 02.04.23