Fransa’da toplumsal yangın

Fransa'da Macron hükümeti emeklilik yasasına karşı yükselen sese kulaklarını tıkıyor. Almanya'da gıda fiyatları yoksulları en ucuzla doymaya zorluyor. AB'nin gözü ise başka ülkelerin madenlerinde.

  • Çeviri
  • |
  • Basın derleme
  • |
  • 26 Mart 2023
  • 08:55

İngiltere’de yayımlanan Financial Times gazetesi, Avrupa Birliği’nin bazı kritik madenlerin tedarikini güvence altına almak için attığı adımlara değiniyor. AB’de kısa süre önce çıkarılan Kritik Ham Maddeler Yasası’nın maden üreticisi ülkelerle ittifak ve iş birliğini öngördüğü ve AB’nin kendisini yeni sömürgeci bir ham madde avcısından ziyade bir kalkınma ortağı olarak göstermek için taktiklerini biraz değiştirdiği vurgulanıyor. Şili ile yapılan lityum ticaret anlaşması buna örnek gösteriliyor.

Fransa’da hükümetin geçtiğimiz perşembe günü emeklilik reformunu Parlamentoda oylama yapılmaksızın kabul etmesinden bu yana ülkenin dört bir yanında onlarca eylem gerçekleşti. Bunlar, sendikalar arası birliklerin aldığı kararlardan daha radikal eylemler oldu.

Almanya’da gıda fiyatlarındaki artış yoksulları en ucuzla beslenmeye mecbur etti. Bu da beslenme sözcüğünü doyma sözcüğüyle değiştirdi. Artık unlu ve bol şekerli mamüllerle karın doyuruluyor ve ileriki yaşlardaki hastalıkların yolu açılıyor. 

Macron, alevlenme riski

Pierre JACQUEMAIN
Politis

Fransa Cumhurbaşkanı ne pahasına olursa olsun bu reformu (emeklilik) yapmak istiyor. Ve Anayasa Konseyi aksi yönde bir karar almadıkça, bu reform yürürlüğe girecektir. Emmanuel Macron ateşle oynuyor. Bir önceki görevi sırasında iki taahhüdünden vazgeçmişti.

Bunlardan ilki, başkanlık kampanyası sırasında inşa etmeyi vadettiği Notre-Dame-des-Landes havaalanıydı. Emmanuel Macron’un onlarca yıllık bu projeden nihayet vazgeçmesi için ulusal çapta yankı uyandıran büyük bir yerel seferberlik, jandarmalar arasında 28 yaralı ve “zadist” muhalifler tarafında yaklaşık otuz yaralı beklemek zorunda kaldık.

Başka bir vaat, başka bir feragat; karbon vergisi. Çevre vergisinin arttırılması 2017’de aday Macron’un programının bir parçasıydı. Sarı yeleklilerin harekete geçmesi ve görüntüleri dünyayı dolaşacak olan çatışmalar, Arc de Triomphe’a verilen zararlar vb. (Başkanlık sarayı) Elize’nin ev sahibinin vazgeçmesine yol açmıştı. Peki tüm bunlar ne mesaj gönderiyor? Başkanın inadını kıracak sadece şiddetin olduğu ve şiddetin eninde sonunda işe yarayacağı mesajı.

Bugün Emmanuel Macron (karşı-) reformunda ısrar ederek toplumsal bir yangın riskini göze alıyor. Şu anda hâlâ birlik içinde olan sendikalar, Fransızların emeklilik yaşının iki yıl ertelenmesine ezici bir çoğunlukla karşı olduklarını sayılarıyla kanıtlamışken, Cumhurbaşkanı, projelerinin bir sonraki aşamasına daha iyi geçebilmek için sosyal hareketin tarihin çöplüğüne atılana kadar tükeneceğine inanmak istiyor: “iltica ve göç” yasa tasarısı; okul, çalışma vb. yasa tasarıları. Sanki sendikalarla sosyal diyalog yeniden başlayabilirmiş gibi, sanki Macroncular, hükümetleri dokuz oy kala düşecekken yönetecek çoğunluğa sahipmiş gibi (Muhalefetin gensoru önergesi sonucu Macron Hükümeti 9 oyla düşmekten kurtuldu).

Bu, sendikaların kararlılığını ve artık sadece sendikalar arası çerçevenin ötesine geçen gösterileri çabucak unutmaktır. Son birkaç günün görüntüleri daha fazla şiddet yaşanması endişesini arttırıyor. Ne ölçüde? Bunun tek sorumlusu başkandır.

L’Opinion gazetesinin aktardığına göre, Elize’nin bir danışmanı, Macron’un emeklilik reformundan vazgeçmesine ancak “Ülkenin durma noktasına gelmesi, yenilenebilecek bir genel grev, Paris’in yanması ya da bir gösteride ölüm olması”nın karar verebileceğini söyledi. Bu çok ciddi ve sorumsuzca bir davranış.

Çeviren: Diyar Çomak

AB kritik maden arayışında emperyal tarzını yumuşatmaya çalışıyor

Alan BEATTIE
Financial Times

Yeşil dönüşümü besleyecek madenler için küresel çapta yaşanan büyük mücadele devam ediyor. Büyük ekonomiler endüstriyel dönüşümleri için kritik öneme sahip nadir toprak elementleri, lityum, kobalt, nikel gibi ham maddeler için kıyasıya rekabet ediyor.

Birçoğunun gelişmekte olan ülkelerde çıkarıldığı düşünüldüğünde -Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde kobalt, Endonezya’da nikel-  önceki yüzyıllarda Avrupa emperyalizmini yönlendiren ham madde (baharat, pamuk, kauçuk, fildişi) yarışının yankılarını duymak mümkün. Malezya ve Brezilya gibi ülkeler, ormanlarını nasıl yönetecekleri konusunda kendi görüşlerini empoze etmek için ticaret politikasını kullandığı için Avrupa Birliği’ni yeni sömürgeci olarak adlandırdı bile.

AB de bazıları madenleri güvence altına almak için hassas adımlar atmaya çalışıyor. Kısa süre önce açıklanan Kritik Ham Maddeler Yasası üreticilerle ittifak ve iş birliğinden bahsediyor. Şili ile yakın zamanda yapılan bir ticaret anlaşması da Brüksel’in kendisini yeni sömürgeci bir ham madde avcısından ziyade bir kalkınma ortağı olarak göstermek için taktiklerini biraz değiştirdiğini gösteriyor.

Avrupalı üreticiler ham madde tedarik ederken haksız avantajlara sahip iki tür rakiple karşılaştıklarını söylüyorlar. Bunlardan biri, maden çıkarılan ülkede hükümetin ya da devlete ait bir maden şirketinin dünya pazarına sattığından daha düşük fiyatlarla tedarikte bulunduğu yurt içindeki maden işleyicileri ve üreticileri. Diğeri ise ham maddelere ayrıcalıklı erişim karşılığında o ülkeye altyapı sübvansiyonları ve diğer olanakları dağıtan Çin.

Avrupa, parasal olarak Çin’in sübvansiyon kabiliyetine sahip değil. Bugünlerde Brüksel’in elindeki başlıca silah, önceki yüzyıllarda sömürgeci güçlerin kullandığı Avrupalı savaş gemilerinden daha yavaş ve daha az etkili olan ticaret hukuku.

Bu hukuk ham maddelerde açık ticareti sağlamakta zorlanıyor. İhracat vergileri ya da fiyat kontrolleri konusunda Dünya Ticaret Örgütünün çok az kısıtlaması var. Bu tür yasaları genel DTÖ kurallarına ekleme girişimlerinden umutsuzluğa kapılan AB, bunları yapabildiği her anlaşmaya yazmaya çalıştı. Örneğin maden zengini Kazakistan’ın 2015’te DTÖ’ye katılmasının bir koşulu olarak Brüksel, Kazak kamu iktisadi teşebbüslerinin yerli sanayilere ucuz tedarik için farklı fiyat uygulamasını engelleyen kurallar konusunda ısrar etti.

AB kendi öncelikli ticaret anlaşmalarına da benzer hükümler ekledi. En son olarak Şili, 2002’de AB ile yaptığı ikili anlaşmayı geçtiğimiz aralık ayında güncelledi. Otomobil akülerinde ve diğer yeşil teknolojilerde kullanılan lityumda dünyanın en büyük ikinci üreticisi olan Şili, AB’nin toplam metal talebinin yüzde 80’inden fazlasını karşılıyor.

Şili nispeten liberal bir ekonomiye sahip, ancak maden kaynakları üzerindeki devlet kontrolü siyasi açıdan oldukça hassas. Ülkenin sosyalist Devlet Başkanı Salvador Allende’nin 1971’de yabancı bakır madeni şirketlerini kamulaştırması ABD’yi kızdırmış ve ABD iki yıl sonra onu devirecek askeri darbeyi desteklemişti. Şili ayrıca uzun zamandır lityumu işleyen ve kullanan katma değerli bir alt yerli sanayi istiyordu.

Geçen yıl mart ayında Şili’de iktidara gelen solcu Devlet Başkanı Gabriel Boric, yeni sömürgeciliğe boyun eğme suçlamasıyla karşılaşmak istemiyor ve lityum üretimini devlete ait bir şirketle yönetmeyi öneriyor. Ancak Boric yönetiminin, ulusal bağımsızlık ile yabancı şirketlerin yatırım ve uzmanlığına duyulan ihtiyaç arasında bir denge kurmayı da gözetmesi gerekiyor.

Dünyanın en büyük lityum yataklarına sahip olan komşu ülke Bolivya’da devlet öncülüğündeki üretim ne yazık ki düşük performans gösterdi. Şili de lityum talebi ve fiyatlarındaki küresel patlamadan gerektiği gibi faydalanmak için yeterince yatırım yapamadı ve son on yılda pazar payını Avustralya ve Çin’e kaptırdı.

İkili anlaşmanın güncellenmesi görüşmelerinde Avrupa Komisyonu müzakerecileri başlangıçta yerel hassasiyetlere taviz vermedi ve standart katı bir yaklaşım sergiledi. İhracat ve yurt içi satışlar için farklı fiyat uygulanmamasını ve tüm ihracat müşterilerine eşit muamele yapılmasını talep ettiler. Genel olarak AB pazarına daha fazla erişim cazibesinin Şili’yi anlaşmaya ikna edeceğini varsaydılar. Ancak Şili, ucuz lityumun bir kısmını iç kullanım için ayırmakta diretince bazı AB üyesi devletler ve Avrupa Parlamentosu üyeleri tarafından desteklendi. Bakanlar ve milletvekilleri, Avrupa’nın Çin ile rekabet edebilmek için maden ihracatçısı ülkelere daha az zorlayıcı ve daha esnek bir teklif sunması gerektiğini savundu.

Sonuçta Şili kısmen başarılı oldu. Güncellenen anlaşma, ihracat fiyatlarının son zamanlarda ulaştığı en düşük seviyeden bir kısım lityumun yerli sanayiye daha ucuza satılmasına izin veriyor. Bu çok büyük bir taviz değil ama komisyonun ideolojisinde bir yumuşama olduğu kesin. Almanya Başbakanı Olaf Scholz, ocak ayında Şili’yi ziyaret ettiğinde, ortaklığa dayalı bir imaj yansıttı. Scholz, sadece Şili’den lityum satın alacak bir müşteri gibi konuşmak yerine bu ülkede lityum üretiminin geliştirilmesi için Alman yatırımı teklif etti.

Bu biraz daha nüanslı yaklaşım ne Şili’de bir değer zinciri oluşturmayı ne de Avrupa’ya ihtiyacı olan mineralleri sağlamayı garanti ediyor. Bu sadece küçük bir imtiyaz ve Şili’nin hâlâ yatırım ve endüstriyel kapasite konusunda sorunları var. Ancak AB’nin, karşılığında yeterince bir şey vermeden ham madde talep ederek sömürgeci kibir suçlamalarını göze almaktansa, kritik minerallerini tedarik etmek için daha ince ve daha mantıklı bir yaklaşım öğrenmeye başladığı görülüyor.

 Çeviren: Dış Haberler Servisi

Almanya’da da beslenme yoksulluğu: Yoksullar ucuzun da ucuzuyla besleniyor

Gisela GROSS
Die Welt

Wolfgang Büscher, yaklaşık bir yıldır, savaşın başlangıcından ve yüksek enflasyondan bu yana, gıda sorununun daha da akut hale geldiğini söylüyor. Kendisi, sosyal açıdan dezavantajlı kesimlerden gelen çocuklar için ücretsiz hizmetler sunan bir dernek olan Arche’nin sözcüsü. Berlin’de durum “berbat”, ancak sorun Almanya’nın diğer 30 bölgesinde de var. Büscher, kahvaltı yapmadan okula giden ve etkinlik yapılan yerlere aç gelen çocuklardan bahsediyor. Aynı zamanda çocukları akşam tok olsun diye öğle yemeğinden vazgeçen annelerden.

Berlin-Hellersdorf’taki Arche gıda dağıtım merkezindeki kuyruk çok ama çok uzun. Büscher, geçen sefer 650 ailenin geldiğini, bir sonraki sefer için 1000 ailenin kayıt yaptırdığını söylüyor. Ekmek, un ve yağ gibi temel gıda maddelerinin fiyatlarındaki artış özellikle zorlayıcı. “Aileler zaten ucuz olanın en ucuzunu satın alıyor” diyor. Ve yine de yeterli değil. Gelenlerin sadece yabancı kökenli insanlar olmadığının altını çiziyor.

Sağlıklı beslenme bu ülkedeki pek çok kuruluş için on yıllardır bir sorun olsa da, düşük gelirli insanlar için fiyat artışları nedeniyle dengeli beslenmek muhtemelen daha da zor. Fiyat belirleyici faktör olduğunda ve insanlar aynı zamanda stres altında olduğunda, tabaklarına daha fazla şekerli, tuzlu, yağlı ürün girmesi muhtemel. Bu konuda halen güncel veri eksikliği bulunmakta. Ancak salı günkü Sağlıklı Beslenme Günü öncesinde bilim insanları ve çeşitli kuruluşlardan uzmanlar alarm sinyalleri verdi.

Beslenme ideal olarak nasıl olmalıdır? Alman Beslenme Topluluğu (DGE), her gün aynı şeyleri yememeyi, yani çeşitli beslenmeyi öneriyor. DGE’nin on beslenme kuralına göre her gün en az beş porsiyon meyve ve sebze yenmelidir. Ayrıca her gün kepekli ekmek ve süt ürünleri tüketilmelidir. Bitkisel yağlar hayvansal yağlardan daha sağlıklıdır. Et ve balığa haftada sadece bir ya da iki kez ihtiyaç duyulur, o da çok fazla değil. Şeker ve tuz konusunda da tutumlu olunmalıdır.

Münih Teknik Üniversitesi Else Kröner-Fresenius Beslenme Tıbbı Merkezi Direktörü Hans Hauner, enflasyonun özellikle düşük gelirli ailelerin beslenme durumunu “kesinlikle” kötüleştirdiğini söylüyor. Ve etkilenen grup muhtemelen savaşın başlangıcından bu yana büyümüş durumda. Hauner, meyve ve sebzelerin yanı sıra organik gıda alımındaki düşüşler ve gıda bankalarına gelen insan sayısındaki artıştan durumun kötüleştiğine dair işaretler görüyor.

Hauner, bu varsayımının korona salgınıyla ilgili kendi araştırmalarıyla da desteklendiğini düşünüyor. Bu durum Almanya’daki sağlık eşitsizliklerini daha da kötüleştirdi. Spor eksikliği ve kilo alımı tüm gruplarda geçici bir olgu değildi. Bazı durumlarda, örneğin yoksul ailelerin çocukları ve zaten aşırı kilolu olan çocuklar arasında olumsuz eğilimler yerleşik hale geldi. Bu durum mevcut krizde de devam etme tehlikesi taşıyor.

Anketlere göre Robert Koch Enstitüsü, pandeminin çocukların ve ergenlerin beslenme davranışları üzerindeki etkisinin genel olarak düşük olduğunu tahmin ediyor ve hatta bazı durumlarda olumlu etkiler görüyor. Örneğin, evde daha fazla yemek pişirildi. Ancak düşük gelirli hanelerde çocuk ve gençlerin okul yemeklerinden daha az yararlandığı, daha az meyve yediği ve daha sık şekerli meşrubat içtiği belirtiliyor.

Max Rubner Enstitüsü Beslenme Davranışları Enstitüsünden Lena Volk, Almanya’da kaç kişinin gıda yoksulluğundan etkilendiğinin sistematik araştırmaların eksikliği nedeniyle bilinmediğini söylüyor. Bu durumdan etkilenenler genellikle işsizler, tek ebeveynler, ikiden fazla çocuklu aileler, düşük vasıflı ya da göçmen kökenli kişiler. Ancak insanların sağlıklı beslenip beslenemediği sadece para meselesi değil.

Volk, “Yoksul bir hanenin nasıl beslendiğini genel olarak söylemek mümkün değil” diyor. Bir de zaman faktörü var: Uzun süredir yoksulluk içinde yaşayan haneler kötü beslenme eğiliminde. Diğer zaman ve enerji tüketen sorunlar nedeniyle, bu konu genellikle bir öncelik değil. Bu öncelikle bir tokluk meselesi. Yoksul hanelerin beslenmesi üzerine 2002 yılında yapılan bir araştırmada şöyle denmekte: Sağlık ancak aileden biri hastalandığında ilgi odağı haline gelmektedir.

Yaşlıların yanı sıra çocuklar da beslenme yoksulluğunun sağlık üzerindeki etkilerinden özellikle etkileniyor: Volk, “Yeterli kalori tüketilmesine rağmen vitamin ve mineraller eksik olduğunda gizli açlıktan söz ediyoruz” diyor. Bu durumda kaloriler tatlı gazlı içeceklerden ya da besin değeri düşük fast food yiyeceklerden geliyor. Bunun olası sonuçlarından biri de büyüme bozuklukları. “Çocukluktaki olumsuz beslenme genellikle yetişkinlikte de devam ediyor.

Hauner, obezite ve diyabet gibi hastalıklar nedeniyle sağlık sistemi için kalıcı sonuçlardan korkuyor. “Gıda fiyatlarındaki aşırı artışlara rağmen devlet harekete geçmedi. Standart fiyatlarla makul bir beslenmenin pek mümkün olmadığı ortada” diyerek eleştiriyor. Ve meyve, sebze ve kepekli ürünler için KDV muafiyetinin faydalı olacağını vurguluyor. Tüketici koruma örgütü Foodwatch’tan Luise Molling, sağlıklı beslenme maliyetlerinin hesaplanmasını ve vatandaşın gelirinin standart oranına dahil edilmesini talep ediyor.

Bu arada, Büscher’in de belirttiği gibi, Arche çalışanları beslenmeyle ilgili sağlık sorunlarını ilk elden deneyimliyor. Kötü dişler buna bir örnek. Bu konuda hiçbir şey yapılmazsa, daha sonra dişsiz birinin iş bulması daha da zorlaşıyor. Bir kısır döngü.

Arche’nin kolilerinde insanlar çoğunlukla ekmek ve konserve gibi uzun ömürlü temel gıdalar buluyor. Tabii ki tatlılar da iyi gidiyor. Hellersdorf’taki kuyrukta tüm yoksul anneler gibi Ukraynalı bir kadın, çocuklarının en çok bir kavanoz Nutella’ya sevindiğini söylüyor.

Çeviren: Semra Çelik

Evrensel / 26.03.23