Fransa’da enflasyon yükseliyor ve duracak gibi de görünmüyor. Mart ayından bu yana en yaygın ürünlerde gözlenen keskin fiyat artışları daha da yükselecek. Humanite gazetesinden çevirdiğimiz makalede “İşçilerin, anti-enflasyonist olduğu kadar demokratik açıdan da gerekli olan bir kırılmayla hem ücret artışlarını hem de şirketlerinde yeni yetkileri ele geçirmelerinin ve yatırımları tüm toplumun çıkarları doğrultusunda seferber etmelerinin zamanı gelmiştir” deniyor.
Belarus’a taktik nükleer silahların konuşlandırılacak olması “Batı”da büyük tepkilere yol açtı. Almanya’da yayımlanan Junge Welt gazetesine göre Rusya ile Belarus’un bu girişimi Belarus’u korumaktan çok Kaliningrad’ın güvenliğini sağlamayı amaçlıyor.
İngiltere’den seçtiğimiz makale, ülkelerin yüzde 90’ında insani gelişimin iki yıl üst üste gerilediğini ve bu düşüşün otuz yılı aşkın bir süredir görülmediğini ifade eden BM raporuna dikkat çekiyor. Bazı Batı ülkelerinde ortalama yaşam beklentisinin düşmesine kadar varan bu gerilemenin “akla gelebilecek her şekilde insana zarar veren” bir ekonomik sistemden kaynaklandığı belirtiliyor.
Bazıları için temettüler, herkes için yükselen enflasyon
Bruno ODENT
L’Humanité
Fransa’da, azaldığı söylenen enflasyon şimdi hiç olmadığı kadar yükseklerde. İşçiler ve özellikle de yaşam standartlarında ciddi kesintiler yapmak zorunda kalan en yoksullar için bir kabus. Isınma faturaları ve benzin fiyatlarındaki süper artışlara ek olarak gıda fiyatları da hızla yükseliyor. Şubat ayında gıda fiyatları bir yılda yüzde 14.5 oranında arttı. Ve ne yazık ki bu sadece başlangıçtı. Mart ayından bu yana, gıda endüstrisi ve büyük dağıtım sektörü arasındaki yıllık ticari müzakerelerin sonuçlarına uygun olarak yüzde 10’luk yeni fiyat artışları yapıldı.
Birçok tüketici derneği bu yüksek enflasyon rejiminin en azından yaza kadar devam edeceğini vurguluyor. Bu durum, bu kış kaydedilen rekorların ardından enflasyon zirvesinin yakın zamanda aşılacağını öngörüyor ve en uzlaşmacı analizleri ciddi şekilde zayıflatmaya yetiyor. Şubat ayında Fransa’da yıllık fiyat artışı yüzde 6.2 olarak ölçülmüş ve Ekim-Kasım 2022 zirvesine geri dönülmüştür.
Bu “sürpriz” yeni artışın boyutlarına ilişkin uyarı o kadar ciddi ki hükümet içinde soğuk terler dökülmesine neden oluyor. Öyle ki Ekonomi ve Maliye Bakanı Bruno Le Maire 6 Mart’ta bir “anti-enflasyon çeyreği” operasyonunun uygulanacağını duyurdu. UFC-Que choisir derneği, bunun süpermarket zincirlerine cömertçe “anti-enflasyon” etiketli ürünler etrafında “bir tür ücretsiz reklam” sağlamaktan başka bir etkisi olmayacağını belirtiyor.
Enflasyon devam ediyor ve hatta artıyor. Bu olgunun ciddiyeti, sürekli olarak “geçici” olduğunu düşünen, finansal ve dolayısıyla sistemik kökenini hesaba katmayı inatla reddeden her kesimden ekonomist tarafından hafife alınmıştır. Oysa bu, yükselen fiyatlar sarmalının ana kaynağı haline gelen kronik eksik yatırımın kaynağıdır.
Kovid döneminde merkez bankaları piyasaları bedava kredilerle doldurmakla meşguldü. Başka bir deyişle merkez bankaları, yaratılan parayı reel ekonomiye kanalize edeceklerini umdukları en büyük borsa operatörlerinin yararına para basmakla meşguldü. Ancak bu toparlanma konseptinin başarısız olduğu ortaya çıktı. Borsa şampiyonları, kendilerini mümkün olan en kısa sürede en kazançlı finansal düzenlemelere sokmak için üzerlerine yağdırılan kolay paraya el koydular.
Sonuç artık biliniyor ve belgelendi: küresel kapitalizmin oligarkları kişisel servetlerine milyarlar ve milyarlar ekleyebildiler. Merkez bankalarından aldıkları bedava kredileri, finans ya da emlak şirketlerini ele geçirerek elde ettikleri görkemli kazançların aksine, kendilerine daha yüksek kârlılık güvencesi sunmayan yeni yatırımları finanse etmek için kullanmayı reddettiler. Bol miktarda yaratılan para ile üretime fiilen yatırılan para arasındaki uçurum genişledi. Yolculuğun sonunun enflasyonist olması kaçınılmazdı. Brükselli ekonomist Xavier Dupret, “Hissedar kapitalizmi paradigması kronik eksik yatırıma yol açtı ve bu da Pandora’nın enflasyon kutusunu yeniden açtı” diyor.
Fiyat artışlarının yükünü çeken işçiler ile daha önce hiç bu kadar müreffeh bir dönem yaşamamış olan Fransa’daki hissedarlar arasındaki dayanılmaz tezat işte bu şekilde ortaya çıkıyor. 2022 yılında, CAC 40’ta listelenen şirketler hissedarlarına yaklaşık 80.1 milyar avro temettü ödemiştir. Bu tarihi bir olaydır. Yatırım yapmak yerine ECB’den gelen bedava parayla spekülasyon yapmayı tercih eden aynı ulusal hissedar kapitalizmi, şimdi marjlarını aşındıracağı gerekçesiyle ücret artışlarının reddedilmesinin arkasına ağırlığını koyuyor.
İşçilerin, anti-enflasyonist olduğu kadar demokratik açıdan da gerekli olan bir kırılmayla hem ücret artışlarını hem de şirketlerinde yeni yetkileri ele geçirmelerinin ve yatırımları tüm toplumun çıkarları doğrultusunda seferber etmelerinin zamanı gelmiştir.
Çeviren: Diyar Çomak
Yaklaşmakta olan etkiler: Belarus’ta nükleer silahlar
Reinhard LATERBACH
Junge Welt
Birkaç gün önce Belarus lideri Alexander Lukaşenko ülkesinin topraklarına taktik Rus nükleer silahlarının konuşlandırılacağını açıkladığında, bu hamlenin “stratejik katma değeri” ilk başta net değildi. Başkent Varşova da dahil olmak üzere Polonya’nın kuzeyi ve ana Vistula köprüleri de Kaliningrad bölgesinde konuşlandırılmış olan aynı tip füzelerin tehdidi altında. Kaliningrad’dan ulaşılamayan ancak Belarus’tan ulaşılabilen güneydoğu Polonya’daki NATO lojistik merkezlerine yönelik olası saldırılar için nükleer başlıklı füzeler zorunlu olmayacaktır.
Şimdi, NATO’nun Finlandiya’ya genişlemesinden sonra, neyin tehlikede olduğu açıktır: Sadece ikincil olarak Belarus, ama her şeyden önce Kaliningrad bölgesinin kendisi. Zira bu bölge karada NATO ülkeleriyle, denizde ise NATO sularıyla çevrili. NATO’nun kuzeydoğuya doğru genişlemesiyle Baltık Denizi bölgesindeki stratejik denge 180 derece değişti. Şimdi Rusya zor durumda. İşte bu noktada Belarus devreye giriyor. Rusya ile 25 yıldır resmi olarak var olan ancak şimdiye kadar daha çok kağıt üzerinde kalan “birlik devletinin” bir parçası olarak, Suwalki koridoru olarak adlandırılan bölgenin doğu duvarını da oluşturuyor.
Bu, Polonya’nın doğrudan Litvanya’ya sınır olduğu, aynı adı taşıyan küçük kasabanın etrafında neredeyse 100 kilometre genişliğinde bir arazi şerididir. NATO stratejistleri yıllardır bunun Baltık ülkeleriyle bağlantı konusunda NATO’nun zayıf noktası olduğundan yakınırlar. Ancak aynı durum Rusya’nın Kaliningrad bağlantısı için de geçerli. Bu bağlantı Rus nükleer doktrininin “şemsiyesi” altındadır ve Rus topraklarına yönelik herhangi bir ihlali nükleer misillemeyle tehdit etme potansiyeline sahiptir.
Nükleer olmayan bir devlet olarak Belarus yakın geçmişte bu kadar net bir stratejik statüye sahip değildi. Bu, NATO’nun nükleer olmayan doğu duvarındaki “Suwalki Koridoru”nu -2020’de zaten denendiği gibi Minsk’te rejim değişikliği yoluyla- yıkması için bir davetiye olabilir. Moskova ve Minsk’in şimdi nükleer silahlar konuşlandırarak önlemeye çalıştığı şey tam da bu senaryodur. Bu da Belarus’u ve özellikle de Lukaşenko yönetimini, Rusya’nın kendisi kadar Rus nükleer silahları için de bir koruma nesnesi haline getiriyor.
Elbette hiçbir şey bedelsiz olmaz. Aleksandr Lukaşenko’nun “nükleer paylaşım” taleplerini yükseltiyor olması bunların en azı. Ancak Putin ve Lukaşenko’nun bu kararla NATO dostu ve milliyetçi bir Belarus “barış hareketi”nin ortaya çıkmasına zemin hazırlama potansiyeli taşıması en büyük siyasi risk. Her iki başkan da muhtemelen bilinen muhalif yapıları bastırarak bu tehlikeyi bertaraf edebileceklerine inanıyor. Bunun uzun vadede yeterli olup olmayacağını kim bilebilir?
Çeviren: Semra Çelik
Siyasetçiler ‘Batı’nın gerileyişi’ konusunda haklı ama nedenleri konusunda yanılıyorlar
Owen JONES
Guardian
Sorun ahlaki çürüme değil, yaşam standartlarımızın, güvenliğimizin ve refahımızın yok olması.
İnsanlığın ileriye doğru yürüyüşü diye bir şey varsa, bu sadece durmakla kalmadı, tersine döndü. Geçen sonbahar Birleşmiş Milletler tarafından yayınlanan ve çok az tartışılan bir rapor, ülkelerin yüzde 90’ında insani gelişimin iki yıl üst üste gerilediğini ve bu düşüşün otuz yılı aşkın bir süredir görülmediğini belirtiyordu. Pandemi ve Rusya’nın Ukrayna’yı işgali bu gerileyişte rol oynadı, ancak “kapsamlı sosyal ve ekonomik değişimler, gezegendeki tehlikeli değişimler ve siyasi ve sosyal kutuplaşmada büyük artışlar” da önemli etkenlerdi.
“Batı’nın gerileyişi” hakkındaki konuşmalara aşina olabilirsiniz: Bu konuşmalar, gerileme konusunda çeşitli şekillerde ahlaki çürümeyi, çok kültürlülüğü ve Avrupa tarihinin yeniden değerlendirilmesini suçlayan gerici sağın sık başvurduğu bir şey. Ancak suçlanması gereken azınlık hakları, çeşitlilik ya da Batı’nın işlediği suçların kabulü değil. Kolektif talihimizdeki kötüleşme dramatik oldu. Ancak bunu yönlendiren bir ekonomik sistem vardı: Kişisel özgürlük vaat edip yerine kitlesel güvensizlik sağlayan ve duygusal ve fiziksel refahımızdan maddi koşullarımıza kadar akla gelebilecek her şekilde bize zarar veren bir sistem.
Tek bir temel ölçütü ele alalım: Yaşam ve ölüm. İngiltere hükümeti, ortalama yaşam süresinin savaştan bu yana emsalsiz bir şekilde düşmesi üzerine emeklilik yaşını yükseltme planını erteledi. Pandemi nedeniyle daha da kötüleştiği kesin olmakla birlikte, kovidden yıllar önce İngiliz toplumunun birçok kesiminde yaşam beklentisi zaten düşmekteydi. ABD’de yaşam beklentisi 2019’da yaklaşık 79 iken iki yıl sonra 76’ya düşerek son yüz yıldaki en büyük düşüşü yaşadı.
Refah krizinin hastalıklı semptomları her yerde görülüyor. Atlantik ötesinde intihar oranı 21. yüzyılın ilk 20 yılında yüzde 30 arttı. “Uyuşturucuya karşı savaş” tırmandıkça, madde bağımlılığından kaynaklanan ölümler de arttı: ABD’de 1970’lerden bu yana katlanarak artıp ortalama yaşam süresinin düşmesine neden olurken, İngiltere’de kayıtlar başladığından bu yana en yüksek seviyesine ulaştı. Karl Marx bir zamanlar dini “ezilen yaratığın iç çekişi” olarak tanımlamıştı: bugün bu daha çok, travma ve sefaletten etkilenenlerin kendi kendilerini tedavi etmelerinden kaynaklanan uyuşturucu bağımlılığının uygun bir tanımıdır. Gerçekten de onu, 2005-2015 yılları arasında neredeyse beşte bir oranında artan ve ABD’li gençler arasında da artış gösteren depresyondaki küresel sıçramadan ayırmak zordur.
1945’te insanlığın en kanlı savaşından geriye kalan enkaza bakan bir Batı Avrupa vatandaşı, kendisini tarihin en müreffeh yıllarının beklediğini keşfettiğinde hoş bir sürprizle karşılaşacaktı. Savaştan sonraki otuz yıl içinde Batı’da yaşam standartları o kadar yükselmişti ki bu dönem “Altın Çağ” olarak adlandırıldı; Fransızlar ise bu döneme “30 muhteşem yıl” dedi. Ancak İngiltere 2010’larda ücretlerde özellikle belirgin bir düşüş yaşarken, batı dünyasının genelinde ücretler durgunlaştı. Pandemi vurmadan önce ABD’li işçilerin satın alma gücü kırk yıl boyunca neredeyse hiç değişmemişti.
Dramatik ilerlemenin hâlâ devam ettiği yanılsamasına kapılmak kolay. Bilgisayar çipleri giderek küçülüyor; bilgisayar işlemcileri giderek hızlanıyor; cep telefonları giderek daha dinamik hale geliyor. Ancak teknolojik ilerleme otomatik olarak insanın yaşam koşullarında iyileşme anlamına gelmiyor. Batı’nın büyük bölümünde durgunluk ve gerileme çağımızın belirleyici özelliği haline geldi. Siyasetin neden daha öfkeli ve daha kutuplaşmış hale geldiğini anlamak istiyorsanız, sosyal medyanın teşvik ettiği tartışmacı davranışlar gibi kolaycı açıklamalar aramayın. Bir kuşaktan fazla bir süredir büyük bir deney yapılıyor sanki: Daha önce sürekli yükselen yaşam standartlarını doğal karşılayan zengin toplumlardan iyimserliği keserseniz ne olur?
Bize “serbest piyasa”nın yükselişiyle sonsuz refah vaat edildi. Ancak, şeytanileştirilen güçlü sendikalar, kamulaştırma ve genişleyen sosyal devlet çağı, yaşam standartlarında tarihteki en büyük iyileşmeyi sağlarken, mevcut ekonomik modelimiz çürüyor, etrafımızdaki kokuyu görmezden gelmek giderek zorlaşıyor. Atlantik’in her iki yakasında da, devlet küçüldüğünden bu yana ekonomik büyüme düştü ve daha sınırlı olan büyümenin de zenginlerin banka hesaplarına hortumlanması daha olası.
Bu durum, örneğin ABD’de artan uyuşturucu kullanımı nedeniyle düşen ortalama yaşam süresini nasıl açıklıyor? Güvenli, dolgun ücretli işlerin ortadan kalkmasının, bağımlılığın geliştiği sefalet koşullarını beslediğini biliyoruz. Artan eşitsizlik ruh sağlığının kötüleşmesine katkıda bulundu; depresyon oranları düşük gelirle ilişkilidir. Sosyal konut inşasında on yıllar boyu süren çöküşten sosyal bakım hizmetlerinin yok edilmesine kadar, rahat bir insan varlığının temelini oluşturan güvenlik ortadan kalktı.
Yine de insanlığın ilerlemesindeki bu duraklamanın tartışması bir yana bahsi bile pek edilmiyor. Uygarlığımız varoluşsal zorlukların artmasıyla karşı karşıyayken, durgunluk ve gerileme hızlı bir şekilde serbest düşüşe geçebilir. Özellikle de ilerici politikacılar ikna edici çözümler sunamazlarsa, olası acımasız sonuçları düşünmek için fazla bir hayal gücü gerekmiyor. Hayatlarımız kısalıyor, refahımız düşüyor, güvenliğimiz ortadan kalkıyor. Bunlar umutsuzluğun koşulları ve acı bir hasat bizi bekliyor.
Çeviri: Dış Haberler Servisi
Evrensel / 09.04.2023