İngiltere’de Kral 3. Charles’ın taç giyme töreni cumartesi gerçekleşti. Büyük şova rağmen ülkede monarşiye destek oranı genç kuşaklar başta olmak üzere azalma eğiliminde olmakla birlikte, ülke ortalaması hâlâ yüzde 60’ın üzerinde. Guardian gazetesi başyazısında da bu konuda ulusal çapta bir tartışma eksikliğinden söz ediliyor. Gazetenin kısa bir süre önce hazırladığı bir yazı dizisinde kraliyet ailesinin kamuoyuna maliyeti konusu ele alınmış, Kral 3. Charles’ın devraldığı servetin 1.85 milyar sterlin düzeyinde olduğu ortaya çıkarılmıştı. Seçtiğimiz makalede “bir kişiye biat şovu aşağılayıcı ve mantıksız” yorumu yapılıyor, halkın krala değil kralın halka bağlılık göstermesi gerektiği vurgulanıyor.
Almanya’da IG Metall sendikası çelik sektöründe çalışma saatlerinin ücretlerin tam ödenmesi şartıyla azaltılmasını istiyor. Dört günlük, 32 saatlik iş haftası talebi olumlu karşılandı. Ancak bunun elde edilmesi için sendikaların işçilerin üretimdeki gücünü mobilize etmesi kısacası sınıf mücadelesi gerekli.
Kral 3. Charles’ın taç giyme töreni: Eskimiş ve yeniden düşünülmesi gereken bir gösteri
Guardian
Başyazı
Taç giyme töreni ne için? 3. Charles’ı kral yapmayacak. O zaten kral. Veraset sırası da kesin olarak belirlenmiş durumda. Taç giyme töreni, kralın Britanya’nın devlet başkanı olarak anayasal rolünü yerine getirme kabiliyetinde de herhangi bir fark yaratmayacak. Bu ona yeni bir yetki vermeyecek. Kendisi zaten yasalara onay vermekte.
Taç giyme töreni, Britanya’nın sahip olduğu topraklardan ve İngiliz Milletler Topluluğu ülkelerinden 50’den fazla üst düzey temsilcinin katıldığı 2. Elizabeth’in taç giyme töreninde olduğu gibi, artık emperyal sınırların sergileneceği bir platform sağlamıyor. Daha önceki taç giyme törenlerinde olduğu gibi Britanya’nın küresel askeri ve deniz gücünü de sergilemeyecek. O günler geride kaldı ve iyi ki de öyle.
Taç giyme töreni kesinlikle monarşiye ya da yeni krala yönelik kamuoyu talebi ya da coşkusu nedeniyle gerçekleşmiyor. Yetişkinlerin sadece yüzde 9’u bu hafta sonu gerçekleşecek etkinlikleri “çok önemsediğini” söylüyor. Sadece yüzde 7’si kendilerini monarşiye eleştirisiz bir destek vermeye hazır, kararlı kralcılar olarak tanımlıyor. Geçim krizinin yaşandığı bir dönemde tören için 250 milyon sterlin ödemek gereksiz görünüyor.
Bu, ulus için sembolik bir yeni sayfa olarak da görülemez. 27 yaşındaki Elizabeth’in 1953’teki taç giyme töreni, savaş sonrası Britanya’ya renk ve umut getirecek, hatta belki de yeni bir çağın başlangıcı olacak bir olay olarak tasvir edilmişti. Buna karşın Charles, Britanya tahtına çıkan en yaşlı hükümdar. Yaşam öyküsü, ailevi sorunları ve yöntemleri biliniyor. Britanya bu hafta sonu değişmeyecek.
Taç giyme töreninin anakronik dini ve anayasal nedenlerden dolayı gerçekleştiği bir gerçek. Charles’ın Protestan dinini destekleyeceğine dair yemin ettiği, Britanya’yı “kutsal bir ulus” haline getirmeyi taahhüt ettiği bir dini ayine odaklanıyor.
İlahi hak olarak yönetmek
Oysa modern Britanya kutsal bir ulus değil. Hatta büyük ölçüde Protestan da değil. Britanya, uzun Hristiyan tarihinin derin izlerini taşısa da giderek daha seküler bir hal almakta. İngiltere ve Galler ıristiyanların azınlık olduğu ülkeler haline geldi. Yine de İskoçya, Galler ya da İrlanda’da olmasa da, İngiltere’de yerleşik bir devlet kilisesi var. Bunun devam edip edemeyeceği ya da devam etmesi gerekip gerekmediği kamuoyunda ciddi bir tartışma konusu olmalı. Ama hiç öyle olmadı.
Avrupa’daki başka hiçbir anayasal monarşide bu ülkedeki gibi dini bir taç giyme töreni yok. Bu, yeni bir devlet başkanına geçişi kutlamak için hiçbir tören, gelenek ya da kutlama yapılmaması gerektiği anlamına gelmez. Ancak bu ritüelin değiştirilmesi ve eski haliyle devam ettirilmemesi gerekir.
Elizabeth’in uzun saltanatından geçişin geniş çapta hissedilen etkisi, daha ciddi bir sivil tepki gerektiriyordu. Bu durum Britanya’nın cumartesi günkü törene ihtiyacı olup olmadığını -ve varsa ne şekilde olması gerektiğini- daha kapsamlı ve daha açık bir şekilde sorgulamasına yol açmalıydı. Ancak bu, sadece taç giyme töreni hakkında değil, yerleşik kilise ve nihayetinde monarşinin kendisi hakkında bir kamusal tartışma gerektirecektir.
Britanya ve hükümetleri bunu yapma konusunda her zaman kötü olmuş, bu konular tabu muamelesi görmüştür. Parlamentoya asla danışılmaz. Başarısızlıklar bizim de hatalarımız. Monarşinin vatandaş değil tebaa olduğumuz hissini kanıksatmasıyla, sivil Britanya çok fazla uysal olmuştur. Kraliyetin sömürgecilik ve kölelikteki rolü bunu değiştirebilir.
Charles’ın taç giyme törenini daha kapsayıcı hale getirmek için başpiskoposun yanı sıra diğer bazı inanç liderleri de törende yer alacak, Birleşik Krallık uluslarına daha açık çağrıda bulunulacak, soyluların rolü azaltılacak, müzik çok kültürlü olacak vs.
Ancak bu değişiklikler sivil toplumdan ya da temsili kurumlardan kaynaklanmıyor. Büyük ölçüde kral ve danışmanları tarafından kapalı kapılar ardında hazırlandılar… Ve belki de kapsayıcılık niyetiyle, krala gönüllü bir bağlılık yemini ekleyerek, ülkenin ruhunu yanlış okudular.
Ulusal tartışma eksikliği
Krala bağlılık yemini etmesi gereken İngiliz halkı değildir. İngiliz halkına bağlılık yemini etmesi gereken kişi kraldır. İkisi arasında dağlar kadar fark var. Biri feodal ve hürmetkar, diğeri ise anayasal ve demokratiktir. Kral ilkini tercih etti… Bir sisteme ya da halka değil de bir kişiye biat etmeye davet etmek aşağılayıcı ve mantıksız.
Bu gazete sürekli olarak monarşi ve çeşitli alternatifler hakkında daha rasyonel bir tartışma savunmuştur. Bir nesil önce, cumhuriyetçi davanın yeniden bu tartışmanın bir parçası olmasına yardımcı olduk. Taç giyme töreni öncesinde yapılan pek çok kamuoyu yoklaması, halkın farklı görüşlere sahip olduğunu gösteriyor. Nesiller arası farklar var. Görüşler fanatik monarşistler ve azılı cumhuriyetçiler şeklinde keskin bir çizgiyle bölünmüş değil.
Halk bu konuda siyasi sistemin oldukça ilerisinde. Guardian’ın kraliyetin kamuoyuna maliyeti hakkında hazırladığı seri kraliyet ailesinin servetinin kamu fonlarından nasıl elde edildiğini sergiliyor. Yine de çok sayıda parlamenter geçmişe takılıp kalmış durumda ve kraliyet ailesinin büyüklüğü, serveti, arazisi ve mal varlığı gibi konuları bile tartışmaktan korkuyor.
Bunun değişmesi gerekiyor, çünkü kısmen de olsa değişmeye başladı. İnsanların çoğu hâlâ monarşiyi desteklese de bu çoğunluk geçmişteki kadar ezici değil. Pek çok kişi daha iyi bir sistemin nasıl işleyebileceğine dair fikirlere açık. Cumhuriyetçilik belki sarayın kapılarına dayanmış değil ama bu değişimin bir parçası olarak ilerliyor. Meşrutiyetle ilgili kararları verenler, taç giyme töreninde yaptıkları gibi kararları engellemeye ve halkı dışarıda bırakmaya devam ederlerse tüm bunlar daha da hızlı ilerleyecektir.
Çeviren: Dış Haberler Servisi
Çalışma süreleri sorunu
Ulf IMMELT
UZ
“On bir saatlik çalışma, toz, gürültü ve eve dönüş yolundan sonra, bırakın çocukları, ev işleri ve uyku için bile neredeyse hiç zaman kalmıyor. Birkaç boş saatimiz kaldığında pazar günü için yaşıyoruz. Kendimiz için bir saat daha istiyoruz. Ailemiz için bir saat. Hayat için bir saat.” Ücretli çalışanlar kendi güçlerine güvenmek yerine yöneticilerin merhametini ummuş olsalardı, bugün çalışma saatleri muhtemelen 19. yüzyılın sonunda Saksonya’nın Crimmitschau kentindeki bir tekstil işçisinin tarif ettiği kadar uzun ve dayanılmaz olurdu.
Kişinin emek gücünü bir kapitaliste satmak için verdiği zaman mücadelesi, sendikaların tarihi boyunca bir iplik gibi uzanmaktadır. Bu anlaşmazlıklar genellikle sert ve uzun süreli olmuştur. 1903 yazında Saksonya’daki kadın tekstil işçileri günlük çalışma saatlerini 10’a indirmek için 22 hafta boyunca başarısız bir greve gittiler. Kasım 1918’de devrimci işçiler ve askerler -en azından şimdilik- Almanya’da 8 saatlik iş gününü kazandılar. “Cumartesiler babam bana aittir” -bu slogan altında DGB sendikaları, haftada 48 çalışma saati ve daha fazlasının bir kez daha günün düzeni olduğu genç Federal Cumhuriyet’te çok sayıda sektörde cumartesi günlerinin çalışılmadan geçirilmesini sağladı.
“Yaşamak, sevmek, gülmek için daha fazla zaman” işçilere verilmiyor. IG Metall’in 35 saatlik hafta için neredeyse yedi hafta süren iş bırakma eylemi bunun kanıtıdır. Haziran 1984’te Batı Almanya metal endüstrisindeki 23 şirkette çalışan 57 bin 500 işçi bunun için iş bıraktı. Sermaye tarafı buna lokavtla karşılık verdi. Başlangıçta, Kuzey Württemberg/Kuzey Baden ve Hessen’in tartışmalı toplu pazarlık bölgelerindeki 155 bin işçi bu durumdan etkilendi. Ardından ülke çapında “soğuk lokavt” başladı. Kısa süre içinde yarım milyon işçi-greve gidenlerin on katı- lokavta maruz kaldı. Yine de IG Metall, kurumsal ve siyasi düzeylerden gelen tüm direnişlere rağmen 1995 yılına kadar 35 saatlik hafta uygulamasını adım adım hayata geçirmeyi başardı.
IG Metall, çelik endüstrisinde yaklaşan toplu pazarlık turunda, çalışma saatlerinin azaltılması talebini bir kez daha gündeme getirdi. DGB’nin en büyük sendikasının amacı, çalışma haftasını mevcut 35 saatten 32 saate indirerek sektör genelinde dört günlük bir hafta uygulamasını başlatmak.
Ağustos 2020’de IG Metall Lideri Jörg Hofmann, metal ve elektrik endüstrisi için dört günlük bir haftayı gündeme getirmişti. O dönemde bu, otomotiv ve yan sanayideki dönüşüm süreçlerinin bir sonucu olarak büyük çaplı işten çıkarmaları önlemek için şirketler için bir seçenekti. Daimler, ZF veya Bosch gibi münferit şirketlerde daha kısa çalışma saatlerinin şirket düzeyinde kabul edilmesinin ardından, IG Metall Lideri iki yıl önce “Gelecekte bu yol metal ve elektrik endüstrisindeki tüm şirketlere açık olmalıdır; çalışanlar için belirli bir ücret telafisi ile” açıklamasını yaptı.
Karşı tarafın cevabı geçmiş tartışmalarda olduğu gibi bugün de aynı: Ekonomik krizin üstesinden gelmek için daha az değil daha fazla çalışmak gerekir. Ancak bu neoliberal argüman, çalışma süresinin azaltılmasının 2008/2009 krizi sırasında bazı şirketlerde zaten uygulanmış olduğu gerçeğini hafife almakta. Belirli koşullar altında işverenlerin de işçi çıkarmak yerine çalışma saatlerini azaltmaya yönelik bir çıkarı var. Bu şekilde kalifiye işçileri güvence altına alırlar ve sosyal planlar için maliyet tasarrufu sağlarlar.
Çelik endüstrisinde yaklaşan toplu pazarlık turunda da, işçilerin yaşam ve çalışma koşullarının iyileştirilmesinin yanı sıra işlerin korunması da önemsiz bir rol oynamamakta. Bu kez sendika, enflasyon nedeniyle artan hayat pahalılığının da etkisiyle, çalışma süresinin kısaltılmasını, ücretlerin tam olarak ödenmesini ve tüm sektör için bağlayıcı olmasını istiyor.
Bu toplu sözleşme talebi işçiler arasında geniş bir kabul görürken, “Çelik İşverenleri Birliği” şimdiden sert bir direniş gösterdiğini açıkladı. İşverenler açısından çalışma süresinin daha da azaltılması söz konusu değildi. Bir birlik yetkilisine göre, zaten yüksek enerji maliyet artışları ve sektörün dönüşümü için gereken maliyetlerle mücadele ediyorlar.
Ancak burada bahsedilmeyen şey, dört günlük haftanın birçok şirkette uzun süredir uygulandığı. IG Metall ilk kez 1993 yılında Volkswagen’de bunun için mücadele etti. Bu sayede kriz sırasında 30 bin kişinin istihdamı kurtarıldı.
Bu arada, çok sayıda toplu iş sözleşmesi, şirketler için çalışma saatlerinin azaltılmasına ve çalışanlar için isteğe bağlı çalışma saatlerine izin vermekte. Bu durum demir çelik sektörü için de geçerli. ThyssenKrupp’ta işçiler haftalık çalışma saatlerini 33 ila 35 saat arasında seçebilmekte. Arcelor Mittal’de ise çalışma süresinin 32 saate indirilmesi mümkündür. Ancak her iki şirket de bireysel olarak azaltılan çalışma saatleri için ücret tazminatı ödememektedir. Ücret denkleştirmesi yoktur.
Uzun süredir yürürlükte olan bu şirket uygulaması göz önüne alındığında, “Çelik İşverenleri Birliği”nin bu katı reddine gerçekten sadık kalıp kalmayacağı sorusu ortaya çıkıyor. Yoksa önümüzdeki toplu iş sözleşmesi görüşmeleri artık çalışma süresinin azaltılıp azaltılmayacağı sorusuyla değil, sadece bunun somut olarak nasıl yapılandırılacağıyla mı ilgili olacak? Çalışma süresinde sadece geçici bir azalma olacak ve sermaye yeniden daha fazla insan emeğine ihtiyaç duyar duymaz bu süre yeniden artırılacak mı? Yoksa IG Metall, meslektaşlarıyla birlikte daha fazla boş zaman ve kendi kaderini tayin eden bir yaşam için mücadele etmeyi başaracak mı? Anlaşmazlık, tam ücret ve personel tazminatı ile çalışma saatlerinin azaltılmasıyla mı sona erecek? Teknik ilerlemeye bağlı verimlilik artışı istihdamı güvence altına almak için tam olarak kullanılacak mı? Buna, önümüzdeki anlaşmazlıkta sermaye ve emek arasındaki güç dengesi karar verecek.
Çeviren: Semra Çelik
Evrensel / 07.05.23