Pazartesi, döviz savaşlarının, kaynak rekabetinin, sömürge savaşlarının ve başka belaların yine gündeme geldiğine işaret etmiştim. Bugün bu, “başka belalara” değinmeye çalışacağım.
Geçen hafta Hitler’in iktidara gelişinin 80. yıldönümüydü. Almanya’da Nazi döneminin yol açtığı felaketleri unutturmamak için düzenlenen etkinliklerde konuşan Angela Merkel, Hitler’in yükselişinde dönemin egemenlerinin sorumluluğunu vurguladıktan sonra, halkın geniş bir kesiminin onayının bu yükselişe yardımcı olduğuna dikkat çekti. Merkel “toplumsal bölünmüşlüklerin aşırı sağ bir tiranlığın yeniden yükselmesine olanak verebileceğini” savundu.
Der Spiegel’den Christoph Stupp’ın yorumundaysa Berlin’deki diplomatların Hitlerin yükseliş sürecini anlayamamış, geçici bir durum olarak görülmüş, muhafazakâr sağın, Hitler’in aşırılıklarını törpülemesini beklemiş olduğu örnekleriyle aktarılıyordu. Bu yanılsamada, Nazi partisinin toplumu ele geçirme programını kararlılıkla yürütürken aynı anda dışa doğru “ılımlı” bir yüz sunmaya çabalaması önemli bir rol oynamış.
Dönemin sol hareketlerinin, komünist partilerinin, Stalin Rusyası’nın yaptığı hataların bu yükselişe katkılarını da anımsamak gerekiyor. Bu hataların başında, tabii ki sosyal demokratlarla (“revizyonizmle”), diğer antifaşist güçlerle bir karşıt blok kurmanın önünü kesen, komünist partilerini yalnızlaştıran, işçi hareketini bölen “sosyal faşizm” teorisi geliyor.
‘Bir daha asla!’ Ama...
Bugün, tüm bunların bilgisiyle donanmış durumdayız, artık aynı hataları tekrarlamayacağız değil mi? Bu konuda, Yunanistan seçimleri öncesinde tanık olduklarımızı (komünist partisiyle kimi Troçkist partilerin SYRIZA’ya karşı aynı düşmanca tutumu benimsemiş olması da çok anlamlı) düşününce, o kadar iyimser olmak olanaklı değil.
Yunanistan özellikle önemli. Çünkü, Hitler’in yükselmesine olanak veren koşulların hemen hepsi bu ülkede var: Ekonomik kriz, toplumsal kutuplaşma, yabancı düşmanlığı, devlet aygıtının bu koşullarda hızla yükselen Altın Şafak adlı faşist partiye destek verme eğilimlerine karşılık solun bölünmüşlüklerini aşamaması...
Benzer koşulların, değişik oranlarda, birçok Avrupa ülkesinde ortaya çıkmaya başladığını da görebiliyoruz. Örneğin Macaristan Başbakanı Orban, bir taraftan kendini demokrasi şampiyonu olarak sunarken öbür taraftan faşist Jobbik partisinin ırkçı politikalarını birbiri ardına uygulamaya koyuyor. AB, Brüksel diplomatları, bu radikal sağ eğilimleri görmezden gelmeyi seçiyor.
Avrupa’da ekonomik kriz, artmaya devam eden işsizlik, yoksulluk yabancı düşmanlığını körüklüyor. Yahudi, Roma düşmanlığı yeniden canlanırken bunların yanı sıra göçmen işçilerin varlığı üzerinden Müslüman düşmanlığı giderek öne çıkıyor.
Müslüman düşmanlığının öne çıkmasında, göçmenler sorunu kadar Batı ülkelerinin kaynak savaşlarının etkisi de var. Bu savaşlara paralel olarak gelişen “terörizme karşı savaş” söylemi, bir taraftan Kuzey ve Batı Afrika’da, Ortadoğu’da Batı karşıtı tepkileri “terörizm” başlığı altında toplayarak emperyalist politikaları meşrulaştırıyor; hem de Batı’da da ırkçılığı, Müslüman düşmanlığını körüklüyor.
Diğer taraftan; göçmenlik olgusu, emperyalist ülkenin halkının emperyalist politikalardan zarar gören halklarla bizzat kendi topraklarında karşılaşmasına, emperyalist politikalara tepkilerin emperyalist ülkelerin topraklarında da dile getirilmesine yol açıyor.
Bu karşılaşma, Maajid Nawaz’ın The Times’da dikkat çektiği gibi hem göçmenlerde hem de yerli halk arasında aşırı sağcı, yobaz dinci tepkileri güçlendiriyor. Yunanistan’da, Fransa’da kimi kentlerde faşist partilerin militanları sokaklarda devriye geziyor, göçmenlere, Romanlara saldırıyor. Bu saldırıların yarattığı korku ve nefret ortamından, radikal İslam yararlanmaya başlıyor. Danimarka’nın, İngiltere’nin bazı göçmen yoğun kentlerinde, göçmen mahallelerinde bu kez cihatçı grupların, çetelerin sokaklarda devriye gezdiği, bu arada ait oldukları göçmen topluluğa kıyafet, alkol, homoseksüellik denetimi yoluyla baskı uygulamaya başladıkları görülüyor.
Sol kendi arasında birlik sağlamakta zorlanmanın yanı sıra ırkçılığa, “İslamafobi”ye düşme korkusuyla bu dinci baskıları görmezden geliyor. Bana da tarihten ders alamamış olmanın faturasını ödemeye doğru gidiyoruz gibi geliyor!
Cumhuriyet / 06.02.13