Kendileri kabul etmese de, AKP dış politikası uzunca bir süredir “Yeni-Osmanlıcılık” olarak adlandırılıyor.
Çerçevesi Ahmet Davutoğlu tarafından çizilen yeni-Osmanlıcılık, Osmanlı bakiyesi topraklarda, yani Ortadoğu, Kafkaslar ve Balkanlar’da, “aktif” bir siyaset yürütülmesini ve böylelikle bölgesel güç haline gelinmesini hedefliyor.
“Arap Baharı” diye adlandırılan Ortadoğu’daki ayaklanmalar başlayana kadar, bu siyasetin temelinde esas olarak diplomasi bulunuyordu. AKP etkili olmak için kültürel ve dini mekanizmaları kullanıyor, yani bir “soft power” (yumuşak güç) olarak hareket etmeyi tercih ediyordu.
Ancak Tunus ve Mısır’daki isyanların hemen sonrasında Libya’da çatışmalar baş gösterince ve bunu Suriye takip edince, yeni-Osmanlıcı dış politikada çok ciddi bir değişikliğe gidildi. AKP, dış politikasının merkezine ne pahasına olursa olsun Suriye’deki rejimi değiştirme hedefini koydu ve buna uygun şekilde hareket etmeye başladı.
Suriye muhalefetine kapılar açıldı, Türkiye toprakları silahlı gruplara her türlü desteğin verildiği bir üs haline getirildi, uluslararası diplomasi devreye sokuldu vs.
Tüm bunlar yapılırken ise Türkiye’nin dış politikası giderek daha fazla bir şekilde mezhepçi bir karaktere bürünmeye başladı.
Çünkü Tunus ve Mısır’da Müslüman Kardeşler örgütü halktan devrimi “çalmış” ve iktidara gelmişti. Libya ve Suriye’de de muhalefetin omurgasını İslamcılar oluşturuyor, Suudi Arabistan ve Katar gibi ülkeler ise İslamcılara milyonlarca dolar akıtıyordu.
ABD ve Batı tüm bu süreçte başta Müslüman Kardeşler olmak üzere bölgedeki İslamcı gruplarla yoğun bir işbirliği içerisine girdi. Çünkü bölgede ortaya çıkmakta olan “Sünni hegemonya” ABD’nin hedefinde olan “Şii direniş ekseni”ni -Hizbullah, Suriye ve İran’ı- etkisizleştirmek açısından son derece önemliydi.
Yani ABD bölge için bir tür mezhep savaşı öngörmüş, Şii eksenini bölgede ancak güçlü bir Sünni blok yaratabilirse dengeleyebileceğini düşünmüştü. Bunu fark eden AKP ise dış politikasını bu Sünni blokun lideri olma hedefi üzerine oturttu ve iç politikayla beraber dış politika da dinsel bir söylem üzerinden icra edilmeye başlandı.
Yeni-Osmanlıcılık, Sünni blokun liderliği üzerinden bölgesel güç olma hedefini benimseyince, Kürt sorununun çözülmesi iktidar açısından bir tür zorunluluk haline geldi; Şii ekseninin karşısında “emperyal” bir güç olabilmek için öncelikle bu sorunun çözülmesi gerekiyordu yani.
Yeni-Osmanlıcı AKP’nin sorunun çözümünde Osmanlı geçmişini referans alması kaçınılmazdı. O geçmişte ise Sünnilik ve Kürtler arasındaki en önemli tarikat olan Nakşibendîlik bulunuyordu.
Nasıl ki Çaldıran Savaşı sırasında Şii Safevi devletine karşı Sünni Kürtlerle işbirliğine gidilmişse, bugün de benzer bir şekilde asıl hedef İran’a karşı, Irak’ta Barzani’yle işbirliğine gidiliyor, nasıl ki Abdülhamit döneminde Nakşîlik Kürtleri Osmanlı’ya bağlamanın bir aracı olarak görülmüşse, bugün de aynı şekilde görülüyor ve sorun “din kardeşliği” üzerinden çözülmek isteniyor.
O halde şöyle söylemek mümkün: Ortada Türkiye’yi büyük felaketlere sürükleyebilecek maceracı bir dış politika ve bununla ilişkili olarak Türklerle Kürtleri gerici bir eksende birleştirmeyi amaçlayan bir proje var.
Yeni-Osmanlıcılık, bölgesel taşeronluk hedefine Türkiye’nin ilerici birikimini yok ederek ulaşmak istiyor. Buna karşı, Türküyle Kürdüyle, ülkenin ilerici güçlerinin yüzlerini birbirine dönmesi şart. Başka türlü içeride de dışarıda da gerçek bir barış mümkün görünmüyor.
Yurt / 04.02.13