İkinci yılını tamamlamak üzere olan Suriye’deki olaylar, ülkenin yarısını harabeye çevirmiş durumda. Yakılıp yıkılan kentler, mülteci durumuna düşürülen milyonlar, öldürülen on binler, gerileyen ekonomi, yaygınlaşan işsizlik, yoksulluk, açlık, kışkırtılan etnik, dinsel, mezhepsel ayrılıklar, çöküşün eşiğine gelen eğitim ve sağlık sistemi…
Suriye halklarının bedelini ödediği ve ödemekte olduğu bu vahim tablonun oluşmasında Baas rejimi, dinci-gerici muhalefet, emperyalist güçler, başta Türkiye-Katar-Suudi Arabistan üçlüsü olmak üzere gerici bölge devletlerinin payı var. Her birinin kendine göre çıkar ve hesapları olan bu güçlerin hiçbiri, Suriye halklarının sorun ve talepleriyle ciddi anlamda ilgili değil.
Suriye’de yaşayan halkların ve emekçilerin sorunlarıyla ilgilenen sol/sosyalist güçler ise, yazık ki, olayların bu noktaya varmasını önleyebilecek güçten yoksundu. Hem uzun yıllar yoğun baskı altında kalmaları hem hareketin ilk döneminde yeniden tutuklanmaları, kitlelerle buluşmalarını zorlaştırmıştır. Bu durum, zaten hazırlıklı olan dinci-gerici güçlere kitle hareketini istismar etme kolaylığı sağladı.
Emperyalistlerle gerici bölge devletlerinin sürece doğrudan müdahale etmeleri, kökten dinci çetelerin birçok ülkeden Suriye’ye taşınması ise, kısa sürede işlerin çığırından çıkmasına neden oldu. Baas yönetiminin, ilk günden şiddeti esas alan bir politika izlemesi, olayların bu noktaya varmasında önemli bir rol oynamıştır. Gecikmeli olarak bazı adımlar atması ise, pek etkili olamadı. Zira bölgenin “üçlü gerici cephe”si (Türkiye-Katar-Suudi Arabistan) ve emperyalistlerin desteğine yaslanan gerici muhalefet ve kökten dinci çeteler, Baas yönetiminin sayılı günleri kaldığı hezeyanına kapılmış, bu da yıkıcı savaş ateşinin birçok kente sıçramasını kaçınılmaz kılmıştır.
Baas rejimini yıkma planları tutmadı
Suriye’deki olayları fırsat bilen emperyalistlerle bölgedeki işbirlikçileri, Suriye’yi “ikinci Libya” haline getirme planını uygulamaya başladılar. Bu süreçte AKP iktidarının özel bir rol oynadığını vurgulamak gerekiyor. Patavatsız açıklamalarıyla öne çıkan Tayyip Erdoğan, öyle bir hezeyana kapıldı ki, olayların ilk aylarında bile Baas yönetimine birkaç hafta ömür biçebilmişti.
Bölgede üçlü gerici cephenin sağladığı milyon dolarlar, silahlar, eğitim ve lojistik destek, Türkiye sınırının “açık kapı” haline getirilmesi, arkada ise emperyalist güçlerin yangına körükle gitmesi, pek çok ülkeden transfer edilen gözü dönmüş katillerden oluşan kökten dincilerin Suriye’ye yığılması…
İşte bu tabloya bakan AKP şefi ve onun gibiler, “hedefimize ulaşmak üzereyiz, Şam’da dinci, Amerikancı, neo liberal bir yönetimi işbaşına getirmenin eşiğindeyiz” vehmine kapıldılar. İki de bir Beşar Esad’a ömür biçme fütursuzluğunda bulunmaları bundandır.
Bu gerici güçlerle onların güdümünde hareket eden Müslüman Kardeşler, Özgür Suriye Ordusu (ÖSO), yurtdışındaki muhalifler ve kökten dinci çeteler Suriye’yi bir savaş alanına çevirmeyi başardılar. Güya Baas diktatörlüğünü yıkmak istiyorlardı, oysa yıkım ve katliamlarda ondan geri kalmadılar. İki yıla yakın süre geçti, bu kadar destek, bu kadar silah, bu kadar petro-dolarlara rağmen, Suriye’de tek bir kenti bile denetleyecek güce ulaşamadılar. Denetledikleri bölgelerde ise, halka ortaçağ zihniyetini dayatan dinci-gericiler, siyasal ve ahlaki açıdan Baas’ın çok gerisinde olduklarını, icraatlarıyla kanıtladılar. Din ve mezhep ayrımcılığını kışkırtmaları ise işin çabası…
Görünen o ki, bu aşamada Baas yönetimini yıkabileceğine inanan pek muhalif kalmadı. Rusya ve Çin’in net duruşundan dolayı emperyalist güçlerin doğrudan saldırı düzenleme şansı da olmayınca, gelinen yerde ÖSO ve kökten dinci çetelerle Beşar Esad yönetimini yıkmanın mümkün olmadığını, neredeyse tüm taraflar kabul etmek zorunda kaldı. Nitekim daha önce, defalarca Esad rejimi ile görüşmeyi kesinlikle reddettiklerini açıklayan Suriye Ulusal Koalisyonu (SUK) Başkanı Muaz el Hatib bile, gözaltındaki muhaliflerin serbest bırakılması ve sürgündeki Suriyelilerin pasaportlarının yenilenmesi durumunda Esad rejiminden yetkililerle doğrudan temas kurmaya hazır olduklarını duyurdu.
Gerici cephede sarsıntılar
Savaşın uzamasına rağmen beklenen sonuca ulaşılamaması, kökten dincilerin denetim altına aldıkları bölgelerde şeriat ilan edip pek çok vahşi katliama imza atmaları, Baas yönetiminin azımsanmayacak bir kitle desteğine sahip olduğunun anlaşılması, muhalif olanların bir kesiminin ise, gerici muhalefetten uzaklaşması, ordunun bütünlüğünü önemli ölçüde koruyabilmesi ve içerideki ilerici muhalefetin savaş sarmalına karşı açık bir tutum alması, Rusya’nın rolü vb.…
Bu etkenlerden dolayı olayların bu mecrada seyretmesi gerici cephede sarsıntılar yarattı. Suudi kralı, kökten dincileri tahtı için tehlike olarak görmeye başlayınca, Suriye’deki çatışmaların siyasal görüşmelerle çözülmesi gerektiğini savunmaya başladı. Mezhep kışkırtıcılığı yapan iki uydu kanalını kapattı. Muhtemeldir ki, petro-dolar musluğunu da kısmıştır. Böylece ‘üçlü gerici cephe’ önemli bir bileşenini yitirmiş oldu.
Emperyalist cephenin başı olan ABD ise, Afganistan bataklığından kurtulamamışken, ekonomik krizin ağır yükü altında ezilirken ve içteki sosyal sorunlar giderek ağırlaşırken, Suriye’de bir savaşa girişemeyeceğini, bizzat Barack Obama’nın açıklamalarıyla ilan etti. İngiliz emperyalizmi dolaylı yollarla savaşı kışkırtsa da, doğrudan müdahale etmeye hevesli görünmüyor. AB bileşenleri ise, gerici muhalefeti desteklemekle yetiniyor. İşin içine girmesi için yoğun baskılara maruz kalan Ürdün Kralı Abdullah da, baskılara karşı koyarak kenarda durmayı başardı…
Bu tabloda işin yükü Fransız emperyalizmi ile Türkiye-Katar ikilisine kalmış görünüyor. Ancak bunların güdümündeki ÖSO, kökten dinci çeteler ve yurtdışındaki Suriye Ulusal Koalisyonu’nun ülke içindeki halk desteği sınırlıdır. Bu koalisyonun iç bütünlükten yoksun olduğu, başkan konumundaki Muaz el Hatib’in Esad yönetimiyle görüşmeye hazır olduğunu ilan etmesi, koalisyonun ise bunu reddetmesiyle su yüzüne çıkmıştır. Birçok sorunla malul bu güçlere dayanarak Baas rejimini yıkma girişiminin başarıya ulaşma olasılığı sıfıra yakın görünüyor.
İlerici muhalefet siyasi diyalogdan yana
Silahlı çeteler bir yana bırakılırsa, Suriye muhalefeti başlıca üç gruba ayrılıyor.
İlki, ülke içinde bulunan ve daha çok sol/sosyalist veya ulusalcı/yurtsever parti, grup ve kişilerden oluşan muhalefet. Bu güçler bir bütün oluşturmasalar da, savaşa karşı çıkma konusunda mutabıklar. Bu güçler hem Baas yönetiminin hem ÖSO ve diğer güçlerin silahlı çatışmalara son vermesini talep ediyor. Tüm tarafların katılımıyla, geçiş süreci için bir “ulusal kurtuluş hükümeti”nin kurulması gerektiğini savunuyor.
İkincisi, ülke dışında bulunan ve hem savaşı hem dış müdahaleyi reddeden Suriye Ulusal Eşgüdüm Organı (SUEO) adı altında birleşen parti, örgüt ve gruplar. Cenevre’de konferans düzenleyen bileşenleri, yayınladıkları sonuç bildirgesinde Baas yönetimiyle bir masa etrafında görüşmeye hazır olduklarını beyan ettiler. Belli şartları olmakla birlikte, SUEO bileşenleri savaş, yıkım ve katliamların durdurulması için Beşar Esad yönetimini muhatap kabul etmeye hazır olduklarını ilan ettiler.
Üçüncüsü ise Suriye Ulusal Koalisyonu (SUK). Bu oluşum hem silahlı çeteleri destekliyor hem emperyalist müdahaleyi açıkça savunuyor. Verili durumda savaşı sürdürmekten yana tutum alan tarafı oluşturuyor. Bu gerici oluşumun hem iç bütünlükten yoksun hem halk arasındaki desteğinin zayıf olduğu belirtiliyor. Bu oluşumun kitle desteği olan bileşeninin Müslüman Kardeşlerle sınırlı olduğu kabul ediliyor.
Halkın büyük çoğunluğu savaş istemiyor
Muhalefetin savaşı reddeden birinci ve ikinci kesiminin temsil ettiği eğilimin güç kazanma ihtimali yüksek görünüyor. Zira savaş, yıkım, yoksulluk ve ölümden bıkmış milyonlarca Suriyelinin beklentilerine denk düşen bir çözüm planı önermiyor. Baas karşıtı veya destekçisi, toplumun önemli bir kesimi, bedelini ödedikleri bu yıkıcı savaştan kurtulmak istiyor.
Savaşa son verecek bir çözüm isteyenler çoğunluğu oluşturuyor; bu konuda farklı taraflar mutabık. Ancak yansıyanlar, toplumun bu kesiminin aktif bir politik tutum içinde olmadığına işaret ediyor. Sol/sosyalist güçlerin toplumun bu çoğunluğunun en azında ileri kesimiyle birleşmeyi başarabilmesi durumunda, savaşı sona erdirecek bir geçiş sürecinin başlatılması noktasında etkili bir rol oynayabilirler.
Belirtelim ki, içerideki muhalefetin önemli bir kesimi de, Baas yönetimini dikta bir yönetim olarak tanımlıyor. Ancak kökten dincilere ve emperyalist müdahaleye de şiddetle karşı çıkıyor. Savaş dairesinden çıkışı sağlayacak bir geçiş sürecinin, demokratik hak ve özgürlükler alanının genişletilmesi, sivil, laik, demokratik bir yönetimin kurulmasını kapsaması gerektiğini dile getiren sol/sosyalist muhalefet, savaşın yarattığı yıkımla vahim boyutlara ulaşan sosyal sorunlara çözüm üretilmesi gerektiğini de savunuyor.
Baas yönetimi taviz vermeye hazır görünüyor
Ayakta kalma gücünü korusa da hem içeride hem dışarıda sıkışan Baas yönetimi de, çözüm için muhalefetin farklı kesimleriyle masaya oturmaya hazır olduğunu döne döne beyan ediyor. Bu konuda yasal düzenlemeler yapıldığı, pek çok muhalif şahsiyetle ilgili tutuklama kararlarının kaldırılacağı, pasaportlar verileceği ve ülkeye dönenlere yasal koruma sağlanacağına dair resmi açıklamalar da yapılıyor.
Baas yönetiminin pek çok açıdan bir dikta yönetimi olduğu bir gerçek. Bu tür yönetimlerin taviz vermemek için ayak dirediği deneyimlerle de sabittir. Bununla birlikte Baas rejiminin ciddi bir sarsıntı yaşadığı, dahası muhalefetle bir ortak buluşma noktası bulmadan, silahlı çetelerle baş etmesinin olası olmadığı, Esad ve çevresi tarafından da anlaşılmış görünüyor. Ekonomik ambargoya, dış güçlerin müdahalesine ve silahlı çetelerin kuralsız savaş yöntemlerine rağmen, tek bir kenti bile muhaliflere kaptırmamış olsa da, Baas yönetiminin kolay atlatamayacağı bir sarsıntı geçirdiği ve taviz vermek zorunda olduğunu idrak ettiği görünüyor. Nitekim uzun yıllar zindanlarda tutulan sol/sosyalist liderlerin bir kısmı artık devlet televizyonundaki tartışma programlarına bile katılabiliyor.
Bu kadarını, emekçilerin talepleriyle başlayan kitle hareketinin kazanımları saymak gerek. Bu hareket, hedefinden saptırılmış, daha vahimi bölgedeki gerici güçlerle emperyalistlerin Suriye’ye müdahale etmesine vesile olmuş olsa da, belli kazanımlar yaratmıştır. Nitekim muhalefetin önemli bir kesiminin dış müdahale ve kökten dinci silahlı çetelere cepheden karşı olması, hareketin farklı mecralarda ilerlediğinin de delilidir.
En genel hatlarıyla tablo böyle olsa da, yıkıcı savaşın kısa sürede sona erdirilmesi kolay görünmüyor. Zira hem silahlı çeteler hem bunların arkasındaki gerici güç odakları, savaşı sürdürmekte ısrar edeceklerdir. Ancak emperyalist müdahale ve silahlı çetelere karşı olan muhalefetin önerdiği geçiş süreci “ulusal kurtuluş hükümeti”nin kurulabilmesi durumunda, yıkıcı savaşta ısrar eden güçlerin zayıflatılması mümkün olabilir.
Verili koşullarda, Suriyeli emekçiler için bundan daha ileri bir çözüm ufukta gözükmemektedir. Henüz iktidarı ele geçirecek gücü olmayan, ne bilinç ne örgütlülük ne donanım yönünden buna hazır olan emekçilerin, bu savaştan biran önce kurtulmaları hayırlı olacaktır. Aksi halde etnik, dinsel, mezhepsel parçalanmayı kışkırtan ortaçağ zihniyetinin egemen olması anlamına gelir ki, bu, Suriye ve bölge halkları için felaketlerin uzun yıllara yayılmasından başka bir sonuç yaratamaz.
(Kızıl Bayrak, 1 Şubat 2013, Sayı 05)