“Steve Biko öldü, sistem yaşıyor!” / S. Eren

  • Arşiv
  • |
  • Makaleler/Yazarlar
  • |
  • 29 Ocak 2013
  • 15:48

Güney Afrika deneyiminin gösterdikleri


Afrika Ulusal Kongresi (ANC) Aralık ayında gerçekleştirdiği kongre ile beş yıllık süre için yeni başkanını seçti. 70 yaşındaki yeni başkan Jakob Zuma, 2014 yılında yapılacak devlet başkanlığı seçiminde ANC’nin adayı olacak. Kongrede dört bin delegenin üç bin oyu ile seçilen Zuma, 2007 yılından bu yana ANC’nin birinci adamıydı. Rüşvet ve diğer birçok suçlama sonucu 2007 yılında başkanlıktan ayrılmak zorunda kalan Thabo Mbeki’nin yerine Zuma getirilmişti.

Başkan yardımcısı Kgalema Motlnathe ise -Zuma’nın rakibi olarak başkanlık yarışına aday olmuştu-, kongre sonrası bütün politik görevlerinden ayrıldığını duyurdu. Onun yerine, başkan yardımcılığına Cyril Ramaphosa seçildi. Ramaphosa, geçen Ağustos ayında 34 işçinin çoğu sırtından vurularak katledilmesinin sorumluluğunu taşıyor. 1991’de ANC Genel Sekreteri olan Ramaphosa, 1994’te yeni anayasanın oluşturulması sürecinde ANC’yi temsil etmişti. ANC’nin bu yeni başkan yardımcısı, 1997 yılından itibaren, işçilerin hunharca katledildiği Lonmin Maden İşletmesi’nin ortağı, daha doğrusu genel direktörü.

Kongre öncesi sürece, tam da burjuva partilere özgü iç çekişmeler, rüşvet suçlamaları, muhalif seslerin susturulması, delege oylarının satın alınması eşlik etti. Ve başkan seçilen Zuma’nın yeni villası için 25 milyon euro harcayarak sergilediği küstahlık, günlerce gündemin en önemli konularından biri oldu.

Kurtuluş hareketinin devlet partisine evrimi

1912 yılında kurulan ANC, Afrika kıtasının en eski anti-sömürgeci kurtuluş örgütüdür. Kıtanın emperyalist güçler tarafından paylaşılması bu dönemde tamamlanmıştır. 1906’da bastırılan ilk siyahi ayaklanmanın ardından kurumlaşma sürecine giren beyaz azınlık, İngiliz emperyalizminin de desteğiyle 1910 yılında iktidar oldu. Baştan beri ırkçı bir karakter taşıyan beyaz azınlık yönetimi, zamanla ırkçılığı had safhaya ulaştırdı.

ANC, orta sınıfların temsilcileri, entelektüeller ve bazı aşiret reisleri tarafından kuruldu. Afrikalıların birliğinin sağlanması, bütün Güney Afrikalılara hak ve özgürlüklerin tanınması ilk politik talepleri oldu. 1920 yılında patlak veren maden işçilerinin militan grevine destek verseler de, ANC liderleri, militan grev ve protesto eylemlerine karşı çıkıyor, sömürgeci İngiliz yönetimiyle anlaşmadan yana bir tutum alıyorlardı.

1930 yılında Güney Afrika Komünist Partisi (SACP) ile girilen ittifak sonucu işçi sınıfının farklı kesimleri ve yoksul emekçilerle ilişkiler yoğunlaştı. Kıtanın en eski partisi olan SACP 1921’de kuruldu. Bugün ise ANC’nin bir bileşeni konumunda. ANC, 1944 yılında Gençlik Örgütü’nün kurulmasıyla, önemli bir politik güç olmaya başladı. Nelson Mandela bu gençlik örgütünün ilk lideriydi.

Güney Afrika Cumhuriyeti, 1948 yılından başlayarak resmen ırk ayrımcılığına dayalı Apartheid rejimiyle yönetilmeye başladı. Ülke nüfusunun %13’nü oluşturan beyaz azınlığın Apartheid sistemi ile siyahiler “aşağı ırk” ilan edildi. 20. yüzyılın en rezil ırkçılığına maruz kalan siyahların, beyazların kullandığı umumi tuvaletlerden tren vagonlarına, yerleşim yerlerinden okullara, sahillerde pazarlara kadar pek çok alana girmeleri yasaklandı.

Milyonlarca siyah kentlerden uzak alanlara, “yurt” (Bantustan) denilen gettolara itildiler. Altın ve elmas madenlerinde göçmen işçi olarak çalıştırıldılar.

ANC ve diğer kitle örgütleri bu yeni sisteme karşı bir dizi eylem, boykot, grev, sivil itaatsizlik gibi direnişler sergilediler. İktidardaki Ulusal Parti ırkçı rejime yönelik her türlü direnişi bastıracak hukuki yaptırımları ve azgın devlet terörünü harekete geçirdi. Muhalif gruplar yasadışı ilan edilerek önderleri vatan hainliği suçlamasıyla zindanlara atıldı. İşkence ve katliamlar günlük yaşamın bir parçası oldu.

Başta İngiltere olmak üzere emperyalist devletlerin desteği ile kurulan ırkçı yönetimin uluslararası düzeyde teşhiri, içerde kitlesel siyahi direnişin bastırılamaması Apartheid rejimini sürdürülemez duruma düşürdü. Yeni dünya koşullarında uygulanmaya konulan “düşük yoğunluklu demokrasi” konsepti çerçevesinde 1989’da devlet başkanı seçilen De Klerk, 1990 yılında ANC üzerindeki yasağın kaldırdığını duyurdu. Bu sırada ANC’nin özellikle komşu ülke Angola’da konuşlanmış 10-12 bin kişilik gerilla gücü vardı. 7 Ağustos 1990’da, onbeş saat süren görüşmeler sonrasında, Mandela yaptığı resmi açıklamayla, silahlı mücadeleye son verdiklerini ve silahlı güçlerin “topluma entegre” edileceğini duyurdu.

Bu, uzun bir görüşmeler dizisinin ardından varılan bir sonuçtu. Gizli görüşmeler CIA denetiminde yapılmış ve uzun bir döneme yayılmıştı. Çoğu yurtdışında bulunan önder kadrolar Güney Afrika istihbaratı tarafından gizlice ülkeye getirilerek, çeşitli anlaşmalar imzalanmıştı. Bu gizli görüşmelerin birçoğunun muhatabı şimdiki başkan Zuma idi.

Devrimci çizgi terkedilerek, yerine sorunları “diyalog”la çözme programı geçirilmişti. Hareketin şefleri, mevcut mülkiyet ilişkilerine dokunulmayacağı, mali sektör ile mevcut vergi sisteminin olduğu gibi korunacağı türünden taahhütleri koşulsuz olarak imzalamışlardı. Bu anlaşma ile birlikte egemen oligarşi için artık problem çözülmüş oluyordu.

27 Nisan 1994 yılında yapılan genel seçimler sonucunda ANC %62 oranında oy alarak Nelson Mandela başkanlığında yeni yönetimi oluşturdu. 27 yıl hapiste yatan Mandela artık Güney Afrika devlet başkanlığı koltuğundaydı.

Devlet partisi ANC

18 yıldan bu yana ANC Güney Afrika’da yönetimde ve hala da rakipsiz. Ancak Apartheid rejiminin geride bıraktığı ekonomik ve sosyal eşitsizlikler ile diğer toplumsal sorunlar daha da ağırlaşmış durumda. Ekonomik gücü elinde tutan beyaz egemenliğin mülkiyet ilişkilerine dokunulmadığı, kapitalist pazar yasalarının hükmünü sürdürdüğü ve ekonomik-sosyal yıkım programlarını uygulama rolü üstlenildiği koşullarda, başka türlü olması da mümkün değil.

Bugün başta işçi sınıfı olmak üzere siyah emekçiler gerçek anlamda bir “sosyal Apartheid” rejiminde yaşıyorlar. Beyaz azınlık bütün ekonomik gücü elinde tutmaktadır. Emekçi sınıfların sosyal sorunları Apartheid dönemine benzer şekilde devam etmektedir. Konut, su, sağlık ve eğitim alanında tam bir dram yaşanmaktadır. Siyah Afrikalıların yarısı hala yoksullukla boğuşuyor. İşsizlik %40 oranında. Bu oran gençler arasında %50 düzeyinde. 5.5 milyon kişi AİDS virüsü taşımakta, ilaç tekelleri ucuz ilaçların üretilmesini engellemektedir. Halkın %23’ünü oluşturan 12 milyon kişi hala derme çatma kulübelerden oluşan slamlarda yaşamaktadır. 50 milyon nüfusun 15 milyonu sosyal yardımla yaşamını sürdürmektedir.

ANC, siyahi orta sınıfa ekonomik ayrıcalık sağlayarak bir burjuva sınıf oluşturmaya çalıştı. Sayısı 500 bin olarak verilen bu yeni “siyahi burjuvazi”, “beyaz sermaye”nin bir alt katmanı olarak politik aktivitesini ANC aracılığıyla yürütmektedir. 1994’te başlayan “demokratik dönüşüm” süreci, toplumdaki zengin-yoksul uçurumunu daha da derinleştirmiştir. Üçlü ittifak (Güney Afrika Ulusal Kongresi/ANC, Güney Afrika Sendika Konfederasyonu /COSATU), Güney Afrika Komünist Partisi/SACP) emekçilerin ekonomik ve sosyal sorunlarını çözme pratiğinden tümüyle uzak bir çizgide durmaktadır.

“Demokratik dönüşüm” süreci sosyal sorunları ve eşitsizlikleri hafifletmemiştir. Tersine, ANC yönetiminin izlediği neo-liberal politikalar, emekçi sınıfların durumunu daha da ağırlaştırmıştır. Kurtuluş hareketinin başlangıç hedefleri çoktan unutulmuştur.

Gelişen mücadele eğilimi ve direnişler

Ekonomik-sosyal sorunların daha da ağırlaşmasıyla birlikte son yıllarda, başta işçi sınıfı olmak üzere emekçi halkın farklı kesimlerinde ve genç katmanlarda yoğun bir mücadele eğilimi gelişmekte, direnişler gerçekleşmektedir.

2004 yılında varoşlarda (slam), konut sorununun çözülmesi, elektrik, temiz su, sağlık hizmeti vb. taleplerle Apartheid rejimi sonrası ilk kitlesel direniş yaşanmıştır. Ağır sömürü ve çalışma koşullarının düzeltilmesi, ücret artışı, bağımsız sendika kurma hakkı için mücadeleler de yaygınlaşmaktadır. İşçi sınıfının yüzbinlerin katılımıyla gerçekleştirdiği direnişleri yer yer haftalarca sürmektedir. Otuz yıllık silahlı mücadelenin sonlandırılması işçi sınıfı açısından herhangi bir olumlu sonuç yaratmamıştır. Geçtiğimiz Ağustos ayında yaşananların da gösterdiği gibi, “siyahi polisler”, sendika ve ANC hükümeti işbirliği ile işçiler katledilmektedir.

Kuruluşundan itibaren değişik toplumsal kesimleri bünyesinde toplayan, fakat özellikle siyahi orta sınıfı temsil eden ANC, bu heterojen yapısıyla gerçek anlamda bir sosyal kurtuluşu hedeflemedi. Güney Afrika’nın o güçlü işçi sınıfı Apartheid rejimine karşı yedek güç olarak ele alındı. ANC’yi işçi sınıfı ve diğer emekçi kitleler için “alternatifi olmayan güç” kılan gerçek, Mandela’nın tarihsel kişiliği ile Apartheid rejiminin toplum bilincinde bıraktığı travmanın etkileriydi.

ANC gelinen yerde tam bir bürokratik yapılanmaya dönüşmüştür. ANC’ye üye olmak ve görev almak, kişisel çıkar elde etmenin tek yoludur. ANC militanlarının %70’i, 1994 yılından bu yana parlamento, hükümet ve devlet kurumlarında görevli konumdadır. Son gelişmeler ANC içindeki önemli çelişki ve çatışmaların da işaretidir. İşçi katliamından sonra özellikle Güney Afrika Sendikalar Konfederasyonu’na (COSATU) alternatif işçi inisiyatiflerinin seslerini duyurmaları, örgütlenmelerin çoğalması ANC’yi zor durumda bırakmaktadır.

“Steve Biko öldü, sistem yaşıyor!” toplumda, özellikle kitle mücadelerinde sıkça duyulan bir söylemdir.

Yönetime gelen kurtuluş hareketleri

1960’lı yıllarda Afrika kıtasında sömürgeci güçlere karşı zorlu mücadeleler yürüten kurtuluş örgütlerinin çoğu yıllardır yönetimde bulunmaktadır.

Kurtuluş mücadelelerinin yürütüldüğü dönemde, sömürge sisteminin tasfiye edilerek bağımsızlığın elde edilmesi ve halk iktidarının kurulması, sömürgeci güçlerin mülkiyetine el konulması, toprak reformu, vb., milli demokratik devrim programının başlıca hedefleri olarak açıklanıyordu. Örneğin Amilcar Cabral, sosyal kurtuluşun ilk koşulu sömürgeci ve yeni sömürgeci sistemin tasfiyesidir, diyordu. Bu açıdan bağımsız ulusal bir devlet elde etmek anti-emperyalist bir boyut taşıyordu.

Bir dizi ülkede süreç içinde siyasi bağımsızlık elde edildi ve kurtuluş hareketleri iktidar oldular. Angola ve Mozambik 1975’te, Zimbabve 1980’de, Namibya 1990’da bağımsızlığını kazandı. 1994’te ise Güney Afrika’da Apartheid rejimi son buldu. Bu mücadeleleri örgütleyen, Angola Halk Kurtuluş Ordusu (MPLA), Mozambik Kurtuluş Cephesi (FRELIMO), Afrika Ulusal Birliği-Zimabwe (ZANU), Güneybatı Afrika Halk Örgütü (SWAPO) gibi kurtuluş örgütleri kendi ülkelerinde iktidara geldiler. Ama bağımsızlığını kazanan bu ülkelerin hiçbirinde alt sınıfların ekonomik ve sosyal durumunda bir düzelme yaşanmadı. Kurtuluş örgütleri yeni koşullarda, mevcut toplumsal yapının/mülkiyet ilişkilerinin politik temsilcileri olma rolünü üstlendiler. Kurtuluş mücadelesi sürecinde ortaya konulan ve halk kitlelerinin çıkarlarıyla ilişkilendirilen programatik amaçlar tümüyle bir yana bırakıldı.

Sömürgeciliğe karşı kurtuluş hareketleri başından itibaren sosyal bir boyut da taşıyordu. Kurtuluş mücadelesi, sadece bağımsız bir ulusal devletin kazanılmasını değil, devletin biçimi, toplumsal gelişmenin yönü vb. konularda farklı eğilimleri de içinde barındırıyordu. Toplumsal sorunlara bakış, buna dayanan farklı politik yaklaşımlar, mücadelenin gelişme sürecinde ortaya çıkıyordu.

Bağımsızlık, ulusal birlik, sömürge rejimine karşı ortak cephe şiarları etrafında bir araya gelen her sınıf ve toplumsal katman kendi çıkarları doğrultusunda bu süreçte etkili olmaya çalıştı. Kır ve kentin yoksullarının mücadeleye yoğun katılımı, bu anti-sömürgeci kurtuluş hareketlerinin radikalleştiği, devrimci eğilimlerinin arttığı dönemlerdir. Özellikle Gana, Gine, Nijerya, Senegal ve Kenya’da işçi sendikaları etkili olmuşlardır. Bağımsızlık mücadelesi içinde yer alan burjuva orta katmanlar ise başından itibaren kapitalist iç pazarın denetimini ele geçirmek için çaba göstermişlerdir. Bu nedenle aşiret reisleri gibi geleneksel güçlerle hep ittifak içinde olmuşlardır. Alt sınıfların, kırın ve kentin küçük-burjuva katmanlarının etkili olduğu yerlerde ise eşitlik, sosyal adalet ve sömürü ilişkilerinin tasfiyesi istemleri öne çıkmıştır.

Devrim-reform ilişkisi

Devlet bağımsızlığı kazanıldıktan sonra kurtuluş hareketlerinin yüzleştikleri esas sorun, toplumsal gelişme yönünün ne olacağı idi. Kurulu düzen reformlar yoluyla mı, yoksa emekçi sınıfların taleplerine uygun bir şekilde devrimci bir tarzda mı dönüştürülecekti? Bu programatik olarak iki zıt alternatifi işaret ediyordu. Ulusal kurtuluş hareketleri içinde yapılan bu tartışma yaşamsal nitelikteydi. “Bağımsız devlet” olarak nitelendirilen programatik amaca nasıl ulaşılacaktı? Sömürü ve mülkiyet ilişkileri reforma mı tabi tutulacak, yoksa devrimci yolla mı aşılacaktı?

Reform çizgisi (bugün “barışın sağlanması”, “uzlaşma” olarak dillendiriliyor) varolan toplumsal yapıda kısmi değişimleri ifade eder. Buna karşın devrim ise, toplumsal ilişkilerin radikal dönüşümünün, mevcut düzenin aşılmasının, yani sosyal devrimle üretim ilişkilerinin tasfiyesinin ifadesidir.

“Reform kavramı şüphesiz devrim kavramının tam karşıtıdır” der Lenin. Ancak bu karşıtlığın mutlak olmadığına, her somut olayın değerlendirmesi gerektiğine dikkat çeker. Zorlu toplumsal mücadeleler sonucu elde edilen kazanımlar işçi ve emekçilerin durumunda bazı düzelmeler yaratır, ki bu da bu kazanımları reform olarak nitelemeyi haklı kılar. Bu durumda reformlar devrimci mücadelenin yan ürünleri olarak elde edilmişlerdir.

Fakat öte yandan, uzlaşmaz çelişkilere dayalı sınıflı toplumlarda, iktidarı elinde tutan egemen güçler, kendi sınıfsal amaçları doğrultusunda “reform” adı altında bazı tavizler verirler. Amaçları devrimci mücadelenin önünün kesmek, zayıflatmak ya da bastırmaktır. Lenin’in deyimiyle, devrimci sınıfların enerjisini ve gücünü bölmek, bilincini karartmaktır.

Şu ya da bu biçimde gerçekleşen reformların kalıcı biçimi, yasallaşmalarıdır. Bu kendini üç farklı kategoride gösterir. Birincisi, egemen sınıfların kendi çıkar ve ihtiyaçları doğrultusunda çıkardığı yasalardır. İkincisi, ekonomik gelişmenin (AB üyelik süreci gibi) hakim sınıflara dayattığı yasalardır. Üçüncüsü ise, baştan işçi sınıfı olmak üzere emekçi sınıfların mücadeleleri sonucu gerçekleşen yasal düzenlemelerdir.

Devrimci partiler için reformlar, işçi sınıfı ve emekçilerin bilincinin devrimcileştirilmesi, devrimci mücadelenin geliştirilmesi açısından önem taşır. Burjuva reformistlerinin önerdiği reformlar ise düzenin bazı sivriliklerinin törpülenmesinden öte bir şey ifade etmez.

Elbette, kurtuluş hedefi gözden kaçırılmaksızın, kurtuluş mücadelesi sürecinde geri çekilmeler, geçici uzlaşmalar olacaktır. Fakat iktidara gelen kurtuluş örgütlerinin pratiği göstermiştir ki, bu hareketlerin önderliğini yapan burjuva ve küçük burjuva güçler, devlet bağımsızlığını kazandıktan sonra kısmi reformların ötesine geçmemişlerdir. Ulusal kurtuluşun sosyal kurtuluştan koparılamayacağı, sosyal kurtuluş sağlanmadan ulusal kurtuluşun soyut bir demokratizasyondan öte gidemeyeceği, tarihsel deneyimle bir kez daha görülmüştür. Emekçi sınıfların, bağımsız ulusal devletin ekonomik-sosyal durumlarını iyileştireceği beklentisi yerini büyük bir hayal kırıklığına bırakmıştır. Geride, kurtuluş getirmeyen iktidardaki kurtuluş hareketleri kalmıştır.

Devrimci demokratizmin açmazı

Emekçi halkların tüm bu mücadeleleri bugüne zengin bir deneyim bırakmıştır. Bu bugünkü işçi hareketi için önemli bir kazanımdır. Yeter ki bu mücadele deneyimlerinden doğru sonuçlar çıkarılabilsin. Bunların başında, ‘60’lı, ‘70’li ve ‘80’li yıllara damgasını vuran, anti-sömürgeci ulusal kurtuluş hareketleri ile farklı kıtalarda gelişen ve bugün gelinen yerde kapitalist düzenin reformlarının politik aktörlerine dönüşen hareketlerin yaşadığı evrimin dersleri gelmektedir.

Bu hareketlerde radikal devrimci söylem ve şiarlar ile sosyal-reformizmi aşamayan ideolojik-politik platform içiçedir. Bunun eklektik bir program olduğu ilk politik sınavda netleşmiştir. Bu hareketlerin devrimci demokratizm programının, kapitalist sistem içinde bir çözüm arayışının ötesine geçemeyeceği görülmüştür. Marksizm’in devrimci teorisi, bilimsel sosyalizm, herhangi bir kurtuluş ideolojisi gibi bu programlarda yer almıştır. Devrim sorunu politik düzlemde radikal bir demokratikleşme ile özdeşleştirilmiştir. Kurtuluş hareketi içinde yer alan -ki bu ulusal kurtuluş için kaçınılmazdır- farklı sınıf ve toplumsal katmanları bir arada tutma, üzerinde uzlaşabilecekleri bir politika izleme kaygısı ağır basmıştır. Bu kendini, bir ulus içinde farklı toplumsal-siyasal çıkarları yadsıma, nesnel olarak uzlaşması mümkün olmayan çelişkileri uzlaştırma çabasıyla göstermiştir. Ağustos ayında 34 işçinin kurşunlanarak katledilmesinin ardından, Güney Afrika devlet başkanı Zuma’nın yaptığı açıklama bu açıdan açıklayıcıdır: “Kendimizi dışarıya karşı kendi içinde kavgalı bir ulus olarak gösterme lüksümüz yoktur” diyor.

Devrimci demokratizmin sınırlarını aşmayan bu programatik perspektif, kapitalist üretimin geleneksel yapıyı çözmesiyle oluşan sosyal katmanlara dayanıyordu. Kırın çözülen yoksulları ile kentin küçük burjuva katmanları bu hareketlerin toplumsal gövdesini oluşturdular. Bu sınıfları merkezine alan bir program ve hareketin, kapitalist toplumu devrimci tarzda dönüştürmesi olanaksızdır. Birçok ülkenin sömürge işletmelerinde, maden ocaklarında güçlü bir işçi sınıfı olmasına rağmen, bu hareketler işçi sınıfına ilgi göstermemişlerdir. Ki, işçi sınıfının aktif olarak yer aldığı bazı kurtuluş hareketleri daha etkili olmuş ve mücadelede devrimcileşmişlerdir.

Bu deneyimler bir kez daha göstermiştir ki, işçi sınıfının devrimci önderliği olmadan emekçi sınıfların sosyal sorunlarını çözüme ulaştırmak olanaklı değildir. Mevcut düzeni hedefleyen bir programı günlük pratik politikaların temeli yapmayan hiçbir kurtuluş hareketinin devrimci kalma şansı yoktur. Tarihsel olarak ortaya çıkmış uzlaşmaz sınıf çelişki ve çatışmalarının parlamento üzerinden uzlaşmalarla, anayasal düzenlemelerle çözüleceğini ummak, yalnızca küçük-burjuva hümanist bir fantezidir. Kapitalist sistemi hedeflemeyen, burjuvaziye karşı doğrudan mücadeleye yönelmeyen hiçbir hareket, ANC’nin yaptığı gibi kapalı kapılar ardında uzlaşmalara yönelerek bir sonuç elde edemeyecektir. Latin Amerika’nın eski gerilla hareketlerinin bugünkü konumu da, bu aynı gerçeğin başka bir örneğidir. Burada temel sorun proletaryaya güvenmemek, onun devrimci enerjisine ve yaratacağı dönüşüme inanmamaktır.

Kapitalist düzeni hedeflemeyen hiçbir mücadelenin geleceği yoktur! 

Bernstein ile bugünün sol liberal reformculuğu arasında incelikli bir fark olduğunu belirtmek gerekiyor. Bernstein reformculuğu, sosyal demokrasinin gücü ve etkisi arttıkça, kapitalist toplumun aşırılıklarından ve kötülüklerinden arındırılarak uygarlaşacağı hayalini yayıyordu. Bugünün sol liberal reformculuğu ise, egemen sınıfın politik temsilcilerinin vicdanlarına seslenerek, “aslında hepimiz aynı şeyi istiyoruz!” hümanizmine sığınarak, ikna yoluyla çözüm bulabileceğini hayal ediyor.

Yinelemekte fayda var. Devrimci çözümü esas almayan, kapitalist sistemin tasfiyesini hedeflemeyen her politik akım, kapitalist sistemi iyileştirme çabalarıyla oyalanmaya mahkumdur.

Engels’in uyarısı bugün çok daha yakıcıdır: “... belli bir küçük-burjuva sosyalizmi, bizzat Sosyal-Demokrat Parti, ve hatta Reichstag grubu saflarında bile temsil edilmektedir. Bu şöyle yapılmaktadır: modern sosyalizmin temel görüşleri ve bütün üretim araçlarının toplumsal mülk haline dönüştürülmesi istemi haklı olarak kabul edilirken, bunun gerçekleşmesinin ancak uzak gelecekte, bütün pratik amaçlar için görünmeyecek kadar uzak bir gelecekte mümkün olduğu ileri sürülmektedir. Dolayısıyla, günümüz için, ancak toplumsal yamamaya başvurulabilir, ve koşullar uyarınca, sözde ‘emekçi sınıfların kalkındırılması’ gibi en gerici çabalara dahi sempati gösterilebilir.” (Konut Sorunu, İkinci Baskıya Önsöz, 10 Ocak 1887)

Bu saptama ve uyarı bugün için de geçerlidir.

ANC’nin bir bileşeni olan Güney Afrika Komünist Partisi hala programatik olarak sosyalist toplum hedefinde ısrar ettiğini söylemekte ve yazılı metinlerini buna kanıt göstermektedir. Ulusal demokratik bir dönüşüm mücadelesi içinde olduğunu iddia etmektedir. Bu, birçok siyasi hareketin davranış tarzıdır. Politikada oportünizm ve reformculuk tam da budur.

Marks ve Engels’in SPD yönetimine yazdıkları ünlü “Genelge Mektubu” hatırlatmak yararlı olacaktır. Oportünistlere göre, devrimci program terkedilmemeli fakat ertelenmelidir; kapitalist sistemin yıkılması belirsiz bir geleceğin sorunu olarak düşünülmeli ve günlük siyasal mücadelede bunun yeri olmamalıdır! Marks ve Engels, oportünistlerin programatik hedeflere, çocuklarına, hatta torunlarına bırakılması gereken bir sorun olarak yaklaştıklarını belirterek, böyleleriyle birlikte yürüyemeyeceklerinin altını çizerler.

Tüm bunlardan çıkarılması gereken en önemli sonuç; proleter bir devrim gerçekleşmeksizin, işçi sınıfı ve emekçilerin ekonomik ve sosyal sorunlarının gerçek anlamda çözülmeyeceğidir. Kapitalist sistem içinde işçi sınıfı ve emekçilerin mücadeleleri sonucu kazanılan ekonomik ve sosyal haklar dahi ancak mücadelenin devrimci bir çizgide derinleştirilmesi sayesinde korunabilir. Öte yandan, halklar arasında gerçek anlamda kardeşlik ilişkilerinin kurulması da, burjuvazinin üretim araçları üzerindeki mülkiyetinin son bulmasıyla olanaklıdır. Dolayısıyla, ancak burjuva sınıf egemenliğini hedefleyen bir devrimci mücadele içinde halklar arasında gerçek bir kardeşlik kurulabilecek, böyle bir mücadele onların birleşmesini sağlayabilecektir.

Sonuç olarak, temel önem taşıyan şu noktayı bir kez daha vurgulamak istiyoruz. Anayasal düzenlemeler, burjuvazinin özel mülkiyet düzenine dokunmayan, sadece onun korunmasını amaçlayan düzenlemeler olmaktan öteye gidemez. Hiçbir anayasal düzenleme ezilen sınıfların ve ulusların sorunlarına çözüm üretemez. Bütün bir tarihsel deneyim, işçi sınıfının sunabileceği “devrimci çözüm”ün dışında bir çözüm yolunun olmadığını göstermektedir.

(Kızıl Bayrak, 24 Ocak 2013, Sayı 04)