Şovenizm zehrine sarıldılar… / KB

  • Arşiv
  • |
  • Kızıl Bayrak
  • |
  • 01 Eylül 2012
  • 10:36

Gerici-faşist rejimin oyununu bozalım!


Kürt hareketinin Şemdinli atılımının ardından AKP’nin köşeye sıkıştığını söylemek yerinde olur. AKP’nin hizaya getirdiği burjuva medyanın Kürt illerinden yansıyan gelişmeleri titizlikle sansürlemesi dahi içerisine düştükleri çıkmazı örtmeye yetmedi. PKK’nin “devrimci halk savaşı” çıkışıyla birlikte yaklaşık bir aydır devletin bazı bölgelerde hakimiyeti kaybetmesi, Kürt siyasetçilerinin HPG gerillalarıyla gerçekleştirdiği Şemdinli buluşması, CHP Dersim Milletvekili Hüseyin Aygün’ün “alıkonması” gibi gelişmeler üzerinden Kürt hareketi gücünü ortaya koydu. Peşisıra yaşanan bu gelişmeler AKP’nin karizmasını oldukça sarstı denebilir. Kılıçdaroğlu, Şemdinli buluşmasıyla ilgili olarak devlet dışında herkesin orada olduğunu söylerken aslında durumu açıklıkla izah etmiş oldu. Bu yaşanan gelişmeler Kürt halkı için moral gücün yükselmesine yol açtı.

İşte böylesi bir zamanda yaşanan Antep’teki bombalı saldırı sürecin seyrini değiştirdi diyebiliriz. Bu devlet tarafından tezgahlanan kanlı bir provokasyon değilse bile, AKP bu saldırıyı fırsata çevirdi. PKK’nin kesin olarak reddetmesine rağmen saldırı yıldırım hızıyla PKK’nin üstüne atıldı. Kürt sorununda sıkıştıkları bir dönemde AKP kendine nefes alma imkanı sağladı. Kürt halkının meşru talepleri ve mücadele gücü karşısında zorlanan gerici-faşist rejim, iğrenç bir fırsatçılıkla şovenizm zehrine sarıldı.

Burjuva medyanın desteğini arkasına alan gerici güruh, akıttığı şovenizm zehriyle Kürt halkına yönelik saldırganlığın önünü açıyor, Kürt halkının moral kazanımlarını yok etmeye ve onu sindirmeye çalışıyor. Aynı zamanda bu saldırıları ilk elden kışkırtıp onaylayarak kendisi için toplumsal destek sağlamayı hesap ediyor. Yani bir taraftan milliyetçi kutuplaşmayı derinleştirip kardeş halkların emekçilerini birbirine düşman etmenin, öte taraftan Kürt halkını ve hareketini ezmek için gerçekleştireceği zorba ve kirli savaşın geniş kitleler tarafından sahiplenilmesinin yollarını arıyor.

Ağızlarından irin akıyor…

Antep’teki cenazelerde bir araya gelen devlet erkanı kendi yarattıkları bu tablo karşısında timsah gözyaşları dökerken, “milli birlik-bütünlük” demagojisine sarıldı. Aynı süreçte AKP’nin temsilcilerinden peşisıra ırkçı ve kışkırtıcı açıklamalar gelmeye başladı. Bununla birlikte Kürt hareketine yönelik saldırıların startı verildi. BDP binalarına saldırılar başlayınca ırkçılık ve çapulculuk “toplumsal tepki” olarak adlandırıldı ve bunun daha da ileriye götürülmesi teşvik edildi. Ellerinde olsa benzini alıp en önde kitleye önderlik edeceklerdi. Ağzından salyalar akan bu gerici koroda ilk salvolar Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’tan geldi. BDP’li vekilleri hedef göstererek “sizi görenler ne yapacağını bilir” dedi. Bu açık bir linç çağrısıydı. Onu İdris Naim Şahin izledi. BDP binalarına yönelik saldırıları hiç lafı dolandırmadan, sahte demokrasi kelamlarını da bir kenara bırakarak sahiplendi: “Gaziantep’te olay anını müteakip sıcak saatlerde, halkımızın bir tepkisi ortaya çıktı. Hatta bu tepki öfkeye dönüştü. Bunlar örgüte, onun eylemlerine duruş açısından beklediğimiz, hatta doğru bulduğumuz tepkilerdir, duyarlılığın ifadesidir. Bu tür olaylarda, bizim örgüte yönelik tepkimizi vermemiz, ona yönelik öfkemizi ifade etmemiz çok doğru ve doğal bir şey, hatta gerekli. Tepkiye ‘evet’, öfkeye ‘evet’” dedi. AKP Erzurum milletvekili de savaş dilinin en berbatını kuşanarak ölen gerillalar için “etkisiz hale getirildi” değil, “geberdi diyelim” dedi. Erdoğan ise, “Onun için cehennem vardır. Kimlere? İşte bu zalimlere, işte bu teröristlere. Cennet de Allah’a kul olanlaradır. Bu anlayışla bu yolda yürüyoruz” sözleriyle ”teröristlere” karşı mücadele edenlerin yerinin cennet olduğuna işaret etti. Erdoğan’ın vaazına göre Kürt hareketine yönelik her saldırı “öbür dünya”da ödüllendirilecekti.

Daha sayamadığımız, insanım diyenin midesinin kaldırmadığı hakaretlerle bezenmiş bu söylevler devlet erkanının hemen hepsi tarafından ince ince işlendi. Mevsimlik Kürt işçilerinin çoluk-çocuk demeden Sakarya’da saldırıya uğraması tamamen bu sahiplenmenin bir ürünü. Bu söylemlerle aynı zamanda yeni ölümlere davetiye çıkaran AKP, emekçi halklar arasında toplumsal bir çatışmanın zeminini hazırladı, toplumun altına patlamaya hazır bir bomba yerleştirdi.

Boşuna PKK’yi Suriye ya da İran devletleriyle ilişkilendirmiyorlar. AKP içte ve dışta izlediği savaş ve saldırganlık politikalarını birbirine bağlayarak, Suriye’ye gerektiğinde İran’a karşı girişeceği askeri bir savaşta çıkabilecek pürüzleri, tepkileri önden temizlemek istiyor. Toplumun bilincine yönelik orta vadeli psikolojik harekatın bir parçası olarak PKK’nin dış devletlerin maşası olduğu sıklıkla empoze ediliyor. ABD emperyalizminin etkin taşeronu Türk sermaye devleti, böylece Suriye’ye askeri bir harekatın olgunlaştığı ilk fırsatta bombanın pimini çekecektir. Öte taraftan emperyalist savaş karşıtlarını ezmek-tecrit etmek, şovenizmle zehirlenmiş milyonları bu haksız savaşların bir tarafı yapmak için elinden geleni ardına koymayacaktır. Son gelişmeler bunu açık bir şekilde doğrulamaktadır.

Kardeşliğin önündeki engel kim?

Bugün emekçiler payına Kürt halkının ya da Kürt hareketinin dış güçlerin maşası olduğunu söylemek ve onların yılları bulan mücadelelerini görmezden gelmek, bu mücadelenin nedeni olan sorunlara kulak tıkamak, kirli savaşın tüm sorumluluğunu taşımak anlamına gelir. Asker cenazelerinde “teröre” lanet okumak dışında bu savaşın nedenlerini sorgulanmayan, bir komutan edasıyla savaş naraları atan her bir emekçi süren kirli savaşın bir parçası olmaktan öteye gidemeyecektir. Cephede değilse bile cephe gerisinde…

Fakat aklımız artık isyan etmeli, sorgulamalı. Elbette ki, Kürt halkının kurtuluş ve hak eşitliği mücadelesinin emekçiler tarafından kuşku ve tepkiyle karşılanmasının önemli etkenlerinden biri, emekçilerin yalanla beslenmesi, milliyetçi, tekçi bir ideoloji ile yetiştirilmesidir. Bu kalıpları yıkmak elbette ki zordur. Ama biraz da olsa sorgulamak, at gözlüklerini çıkarıp atmak, gerçekleri görmek zamanı gelmedi mi?

Kürt halkının savaş uçaklarının gölgesinde yaşadığı, çocukların bomba ve kurşun sesleri eşliğinde büyüdüğü gerçeğini…

Kulağı kapının kirişinde yıllarca işkencede katledilen oğlunu bekleyen Berfo Ana gibi binlerce Kürt annesinin, kayıplarının akıbetini öğrenmeyi ve sadece sarılabilecekleri bir mezar taşı istediği gerçeğini…

Katledilen Kürt gençlerine “geberdi”, “leş” denildiği, gerilla cenazelerinin tanınmaz hale getirildiği gerçeğini…

Uludere’de evlatlarının savaş uçakları tarafından paramparça edilmesi, cesetlerinin katırlarla taşınması, sonra “kaçakçı” denilerek bu katliamın sahiplenilmesi gerçeğini…

Türkiye’de son 20 yılda polis ya da askerin açtığı ateş sonucu yaşamını yitiren Kürt çocuğu sayısının 350 olduğu, bunların kimisinin panzer altından can verdiği, kimisinin havan topuyla katledildiği, kimisinin de gaz bombasının hedefi olduğu gerçeğini…

Dilleri, şarkıları, türküleri yasaklanmış, defalarca kez isyanlara kalkmış, kanla, barbarlıkla bastırılmasına rağmen küllerinden yeniden doğan bir halkın olduğu gerçeğini.

Gerilla cenazeleri onbinlerin katılımıyla özgürlük sözünün verildiği mitinglere dönüşüyor. Kürtlerin elinde yaklaşık 100 belediye var, yüzde 10 barajına rağmen TBMM’de grup oluşturacak kadar milletvekili ile temsil ediliyor. Milyonlarca Kürt, bu mücadeleyi destekliyor. Siyasi bir soykırıma dönüşen KCK operasyonları nedeniyle yaklaşık 10 bin Kürt siyasetçisi zindanlara doldurulmasına rağmen yine de Kürt hareketi ve halkı dinamizmini koruyor. Devletin tüm tehditlerine, polis ablukalarına rağmen bu halk polis barikatlarını yara yara Newroz alanlarına giriyor, mitinglerini gerçekleştiriyor. Çünkü bu halk gücünü haklı ve meşru davasından alıyor.

Mezhep çatışmaları da kışkırtılıyor…

AKP ve Türk devleti, ABD emperyalizminin Ortadoğu’daki vurucu gücü olma rolünü büyük bir gayretkeşlikle üstlenince, emperyalist savaşların getireceği yıkıma karşı verilecek toplumsal tepkinin önüne geçmek için Kürtler’in yanısıra Alevileri de hedefe koydu. Böylelikle hem olası bir mücadeleyi zayıflatmaya, hem de toplumda bir çatışma hali yaratmaya çalışıyorlar. Ortadoğu’da üstlenilen roller gereği Türk-Sunni şovenizmini körükleyen gerici-faşist rejim emekçilerin bilincini ince ince dumura uğratıyor. Erdoğan’ın zaman zaman Alevilere yönelik yaptığı çıkışların bir tesadüf olmadığını, bunun stratejik bir planın parçası olduğunu söylemek abartılı olmaz.

En son Kartal’da olmak üzere birçok ilde Aleviler’in evlerinin işaretlenmesinin, Alevi derneği yakma girişimlerinin her ne kadar “çocukların” işi ya da “münferit” olduğu söylense de bunlar, sistematik olarak körüklenen Alevi karşıtlığının izdüşümleri. Keza Malatya Sürgü’de ve Erzincan’da yaşanan linç girişimleri de bu düşmanlaştırmanın bir ürünüydü. Hatay’ı mesken tutan eli kanlı “Özgürl” Suriye Ordusu mensuplarının Hataylı Alevileri “sıra size de gelecek”, “sonunuz Suriye’deki Aleviler gibi olacak” sözleriyle tehdit etmesi hiç de işgüzarlık-şımarıklık olarak yorumlanamaz. Arkasına dinci-gericiliğin desteğini almayanlar, emperyalizmin Ortadoğu’da “ılımlı-islam” adı altında dinci-gericiliği hakim kılma projesini bilmeyenler bunları rahatlıkla dile getiremez. Kaldı ki, bu tablo Ortadoğu’daki Sünni-Şii kamplaşmasıyla beraber ele alınınca, Türk sermaye devletinin içeride hayata geçirdiği kirli politikalar tümüyle yerli yerine oturur.

İşçi ve emekçiler AKP’nin ve emperyalistlerin bu oyunlarını görmeli. Halklar düşmanlaştırılarak oynanan kanlı oyunun parçası olmayı reddetmeli. Kürt-Türk, Alevi-Sunni çatışmaları artık bu devletin elinde “zamanı geldiğinde öne sürülecek bir silah” olmaktan çıkarılabilmeli. Emekçiler öfkesini birbirine değil, bu oyunu yönetenlere yönlendirebilmeli.

(Sosyalizm İçin Kızıl Bayrak, 31 Ağustos 2012/02, Sayı 35)