Şanghay İşbirliği Örgütü’ne üyelik masala – Fatih Yaşlı

  • Arşiv
  • |
  • Düzen cephesi
  • |
  • 07 Şubat 2013
  • 12:03

Başbakan Erdoğan’ın gündem değiştirme ve yapay gündem yaratma yeteneğine şapka çıkartmamak elde değil.

Bu yetenek sayesinde şimdi de hep beraber gerçekleşmesi aslında imkânsız olan bir durumun gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini, yani Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğinden vazgeçip Şanghay İşbirliği Örgütü’ne (ŞİÖ) üye olup olmayacağını tartışıyoruz.

Neden “gerçekleşmesi imkânsız bir durum” diyoruz, anlatmaya çalışalım.

Türkiye’nin yönetici sınıfı Osmanlı’nın son döneminden Cumhuriyet’e, oradan da bugüne uzanan bir çizgide yüzünü hep Batı’ya dönmüş, Batı gibi olmayı arzulamıştır. Osmanlı’nın son döneminde gerçekleştirilen reformlar da, Batı’ya karşı verilen Milli Mücadele de ülkenin “muasır medeniyetler” arasındaki yerini alması, yani Batılılaşması için yapılmıştır.

Cumhuriyetin ilk yıllarında Batı’yla olan ilişkiler daha dengeliyken ve görece daha bağımsız bir politika izleniyorken, Soğuk Savaş’la birlikte bu denge bozulmaya ve Türkiye yeniden Batı’ya bağımlı hale gelmeye başlar. Geçmişte İngiltere ve Almanya ile kurulan bağımlılık ilişkisinde yeni aktör “hür dünya”nın lideri Amerika Birleşik Devletleri olmuştur.

Türkiye 40’lı yılların ikinci yarısından itibaren Batı Bloku’na eklemlenmek için elinden geleni yapar. 2.Dünya Savaşı’nın ardından ABD öncülüğünde kurulan IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi iktisadi kurumlara başvurulduğu gibi, Sovyetler Birliği’ne karşı oluşturulan NATO’ya da üyelik başvurusu yapılır ve Türkiye’nin yüzlerce askerinin Kore’de dökülen kanının bedeli olarak NATO’ya giriş vizesi alınır.

1960’lardan itibaren Türkiye’de toplumsal muhalefet yükseldikçe ABD’yle olan ilişkiler de “derinleşir”. Pentagon, Seferberlik Tetkik Kurulu’nun; CİA MİT’in içindedir artık. ABD ile Türkiye egemen sınıfı sol düşmanlığında buluşurlar, 60’ların ve 70’lerin bütün kitle katliamları, bütün aydın suikastları ve hem 12 Mart hem de 12 Eylül Darbeleri bu buluşmanın ürünüdür. 12 Eylül darbesinin ardından ABD’li yöneticilerin “bizim çocuklar başardı” demesi öylesine edilmiş bir laf değildir anlayacağınız.

Türkiye’nin Batı’yla olan bağımlılık ilişkisi tüm “eksen kayması” söylemlerine rağmen AKP döneminde de devam etmiş, hatta çok daha derin bir veçheye kavuşmuştur.

AKP, Kemal Derviş’in başlattığı IMF ve Dünya Bankası orijinli iktisat politikalarını devam ettirmiş, 2002-2007 yılları arasında Avrupa Birliği üyelik sürecini bir numaralı gündemi haline getirmiş, Afganistan ve Irak işgallerinde ABD’ye her türlü desteği sunmuştur.

AKP döneminin başka bir özelliği de, 2000’li yılların başında devlet içerisinde ortaya çıkan bir iradeye karşı yürütülen operasyonlardır.

Bu irade, Türkiye’nin ABD ve AB ile olan ilişkilerini koparmak ve Türkiye’yi İran, Rusya ve Çin eksenine, yani Avrasya eksenine dâhil etmek istemiş, bunun bedelini ise Ergenekon sürecinde ödemiştir. Ergenekon ve Balyoz’da tasfiye edilenler gerçek bir “eksen kayması” talep edenlerdir.

Son olarak, AKP’nin Suriye politikasına bakılabilir. Daha önce de defalarca yazdığımız gibi yeni-Osmanlıcı AKP, Suriye’de ABD, İsrail ve petrol şeyhlikleriyle birlikte hareket etmekte, karşısındaysa Şii direniş ekseni ve Rusya’yla Çin yer almaktadır. Yani AKP Türkiye’si “Atlantik“ ekseninde “Avrasya” güçlerine karşı savaşmaktadır.

Anlaşılmış olmalı; geçmişten bugüne Batıcı “Türkiye’nin Düzeni” Doğucu ŞİÖ üyeliği önünde açıkça bir engeldir; bu düzenin günümüzdeki en önemli aktörünün, yani AKP’nin de zaten böyle bir niyeti yoktur. Mesele bir demagojiden ibarettir.

Yurt / 07.02.13