Bana göre buram buram ırkçılık kokan “Türk ulusuyla Kürt milliyeti eşit değil” sözleriyle ‘gündeme damgasını vuran CHP’li Birgül Ayman Güler, geri adım atmadığı gibi “Benim sözlerim Atatürk’ün ulus tanımının aynısı” diyerek ikinci bir tartışma başlattı. Geçen hafta çıktığımız yolculuğa kaldığımız yerden devam edelim ve Ayman’ın bu son iddiasına cevap arayalım.
Birinci Dünya Savaşı sırasında Şevket Süreyya’nın ‘Türk değil miyiz?’ sorusuna “Estağfurullah!” diye cevap veren Kafkas Cephesi’ndeki Müslüman Osmanlı askerlerini ‘Ne mutlu Türküm diyene!’ diye haykırtmak çok zaman almamıştı. Bu kısa ve radikal yolun mühendisi Mustafa Kemal bu dönüşümü üç aşamada sağlamıştı. İlk aşama olan ‘Milli Mücadele’ yıllarında (1919-1922) Anadolu’nun ve Rumeli’nin Müslüman ahalisini ‘Düvel-i Muazzama’ya karşı seferber etmek için ‘dini’ tanımlar kullanılmıştı. Örneğin Mustafa Kemal 1 Mayıs 1920’de BMM’ye hitap ederken Mustafa Kemal şöyle demişti: “Efendiler, meselenin bir daha tekerrür etmemesi ricasıyla bir iki noktayı arz etmek isterim: Burada maksud olan ve Meclis-i âlinizi teşkil eden zevat yalnız Türk değildir, yalnız Çerkez değildir, yalnız Kürd değildir, yalnız Laz değildir. Fakat hepsinden mürekkep anasır-ı İslâmiyedir, samimi bir mecmuadır...”
İkinci evrede, ‘dini’ tanım yerini yavaş yavaş ‘siyasi’ tanıma bırakacaktı. Önce 8 Şubat 1921’de Büyük Millet Meclisi’nin başına ‘Türkiye’ kelimesi kondu. Mustafa Kemal ‘siyasi’ bir terim olarak ‘Türk’ü ilk kez 21 Eylül 1922’de Büyük Zafer’e ilişkin beyannamesinde kullandı. Ve Mustafa Kemal, Ekim 1922’de bir grup öğretmene şöyle dedi: “Üç buçuk yıl öncesine kadar dini bir cemaat olarak yaşıyorduk… O zamandan beri Türk milleti olarak yaşıyoruz.
‘Bu memleket tarihte Türk’tü’
Türk milletinin hangi unsurları kapsamadığının bir ipucunu Mustafa Kemal 16 Mart 1923’te Adana Türk Ocağı Esnaf Cemiyeti’nin çayında yaptığı konuşmada vermişti: “Arkadaşlarımız söylevlerinde demişlerdir ki, Adanamıza hâkim olan diğer unsurlar, şunlar, bunlar, Ermeniler sanat ocaklarımızı işgal etmişler ve bu memleketin sahibi gibi bir durum almışlardır. Şüphesiz haksızlık ve küstahlığın bundan fazlası olamaz. Ermenilerin bu verimli ülkede hiçbir hakkı yoktur. Memleket sizindir, Türklerindir. Bu memleket tarihte Türk’tü, o halde Türk’tür ve sonsuza kadar Türk olarak yaşayacaktır…”
Bu ırkçı yaklaşım, 8 Nisan 1923 tarihinde Halk Fırkası’nın kuruluşunu müjdeleyen Dokuz Umde’deki ‘Türkiye Halkı’ ile dengelenmeye çalışıldıysa da, 24 Temmuz 1923’te Lozan Barış Antlaşması’nın imzalanmasından sonra, Milli Mücadele ittifaklarına ihtiyaç kalmadığını düşündüren adımlar atılmaya başlamıştı.
Örneğin 1924 Anayasası görüşmelerinde Hamdullah Suphi (Tanrıöver) Türkiye’nin harsını (dilini ve kültürünü) benimseyene kadar Ermenilerin, Rumların ve Yahudilerin ‘Türk milletinin parçası’ sayılmaması gerektiğini belirtirken, Celal Nuri (İleri) “Türkiye’nin gerçek vatandaşlarının” “Türkçe konuşan Hanefi Müslümanlar” olduğunu ileri sürmüştü. Sonunda, vatandaşlık tanımını yapan 88. Madde “Türkiye’de din ve ırk ayırdedilmeksizin vatandaşlık bakımından herkese ‘Türk’ denir” şeklinde formüle edilirken, 12. Madde ile “Türkçe okuyup yazmak bilmeyenler milletvekili seçilemezler” denilerek, Kürtler ve gayrimüslim azınlıkların yolu kesiliyordu.
‘Milliyet tek birleştiricimizdir’
Muhtemelen bu dışlamaya bir tepki olan Şeyh Said İsyanı’nın bastırılmasından sonra Başvekil İsmet Paşa, 27 Nisan 1925 tarihli Vakit gazetesinde yayımlanan beyanatında rejimin ırkçılıkta ısrarlı olacağını ilan ediyordu: “Milliyet tek birleştiricimizdir. Diğer unsurlar Türk çoğunluğu karşısında etkileme gücüne sahip değildir. Vazifemiz Türk vatanı içinde bulunanları derhal Türk yapmaktır. Türklere ve Türkçülüğe muhalefet edecek unsurları kesip atacağız. Vatana hizmet edeceklerde arayacağımız nitelikler her şeyden evvel o adamın Türk ve Türkçü olmasıdır…”
Irk ıslahı medeniyet meselesidir!
Bir süredir Gobineau ve Pittard gibi ırkçı düşünürlerin eserlerini büyük bir dikkatle incelediği bilinen Mustafa Kemal’in direktifleri doğrultusunda 1925’te kurulan Türk Antropoloji Tetkikat Merkezi’nin ilk işleri arasında ‘Karacaahmet Mezarlığı’ndan toplanan kafataslarının ölçümü’ ile ‘Türk, Ermeni, Rum ve Musevi gibi farklı ırki kökenlere sahip çocuklar üzerine’ karşılaştırmalı araştırmalar yapmak vardı.
30 Eylül 1926’da, Çankaya’daki Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nde, Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı Kongresi adına gelen heyete “Bu kadar mühim olan spor hayatı, bizim için daha mühimdir. Çünkü ırk meselesidir. Irkın ıslah (iyileştirilme) ve küşayişi (ferahlığı) meselesidir. Istıfası (ayıklanması) meselesidir ve hatta biraz medeniyet meselesidir...” diyen Mustafa Kemal, 20 Ekim 1927 tarihli Gençliğe Hitabesi’nde ise “Ey Türk genci, muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!” diyerek ırkçılığı metaforik bir forma sokmuştu. Ertesi yıl, üniversite öğrencileri eliyle yürütülen ‘Vatandaş Türkçe konuş!’ kampanyası ile ‘Türk ulus-devletine Türk vatandaşı yetiştirme’ işine hız verildi.
Mahmut Esat Bozkurt’un incileri
1927’den beri kademeli olarak devam eden Ağrı Kürt İsyanı’nın kanlı biçimde bastırıldığı dönemin Adliye Vekili Mahmut Esat (Bozkurt) Bey’in 1 Eylül 1930’da Akşam gazetesinde boy gösteren şu ifadeler, Osmanlı’nın ‘Türkler’ için yaptığı tanımların adeta bir kopyasıydı: “[Kürtler] Hayatlarında acımanın manasını öğrenmemişlerdir. Hunhar, atılgan, vahşi ve yırtıcıdırlar. Çok alçaktırlar. Yakaladıkları takdirde sizi bir kurşunla öldürmezler. Gözünüzü oyarlar, burnunuzu keserler, tırnaklarınızı sökerler ve öyle öldürürler! (...) Kadınları da kendileri gibi imiş...”
Mahmut Esat Bey’in en çok bilinen vecizesi ise 18 Eylül 1930’da Ödemiş Yaylası’nda irat ettiği “Benim fikrim, kanaatim şudur ki, bu memleketin kendisi Türk’tür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmak, köle olmaktır” nutku olacaktı.
Alpin ırkın özellikleri
Dünyadaki bütün medeniyetlerin Türkler tarafından kurulduğunu iddia eden Türk Tarih Tezi’nin tartışmaya açıldığı 2-11 Temmuz 1932 tarihli Birinci Tarih Kongresi’nde ‘üstün Türk ırkı’ Reşit Galip tarafından şöyle tanımlandı: “Uzun boylu, beyaz simalı, düz veya kemerli ince burunlu, muntazam dudaklı, çok kere mavi gözlü ve göz kapakları çekik olarak değil ufkî açılan ‘Alpin ırkı’ (...) A grubu kan gibi uzvi (organik) özellikleri; medeniyet, kahramanlık, sanat yeteneği gibi içtimai (sosyal) özellikleriyle tanınır.” Kongreye sarışın bir köylü karı-koca ile yavrularını Türk ırkının örnekleri olarak sunan Antropolog Prof. Şevket Aziz (Kansu) Bey, Gazi’ye dönüp kendisini bu ‘mütekâmil’ (gelişmiş) ırkın önderi olarak selamlamış ve büyük alkış toplamıştı.
1933 yılbaşında Maarif Vekili Reşit Galip’in Mustafa Kemal’e armağan ettiği kitaplardan birini güya ‘rasgele açıp’ okuduğu paragraf şöyleydi: “Kafasını ve vicdanını, en son terakki şuleleriyle güneşlendirmeğe karar vermiş olan bugünün Türk çocukları biliyor ve bildirecektir ki onlar dört yüz çadırlı bir aşiretten değil, onbinlerce yıllık ari, medeni, yüksek bir ırktan gelen, yüksek kabiliyetli bir millettir.” (Sürekli alkışlar.) Afet İnan’ın belirttiğine göre bu sözleri bizzat Mustafa Kemal yazdırmıştı.
1933, üniversite gençlerinin 5 yıl aradan sonra “Vatandaş Türkçe konuş!” haykırışlarıyla toplumun gayri-Türk unsurlarını yeniden terörize ettiği yıldı.
1934 İskân Kanunu’nun ırkçı dili
‘Kürt Meselesi’ni halletmek ve Müslüman muhacirlerin iskân sorunlarını çözmek için 1934 Haziranı’nda çıkarılan İskân Kanunu ile Türkiye üç bölgeye ayrıldı. “1 numaralı mıntıkalar: Türk kültürlü nüfusun yoğunlaşması istenilen yerlerdir. 2 numaralı mıntıkalar: Türk kültürüne asimilasyonu istenilen nüfusun nakil ve iskânına ayrılan yerlerdir. 3 numaralı mıntıkalar: Yer, sıhhat, iktisat, kültür, siyaset, askerlik ve inzibat sebepleri ile boşaltılması istenilen ve iskân ve ikamete yasak edilen yerlerdir.” Böylece, 1924 Anayasası’nın 88. Maddesi’ndeki ‘Türk ıtlak olunur’ ifadesinde neyin kastedildiği bir kez daha anlaşılmıştı. “Brakisefal Türk ırkının yaratımı olan kültür nasıl modern dünya uygarlığına kaynaklık etmişse Avrupa’dan Afrika’ya hatta Amerika’ya kadar tüm kültür dilleri de kök dil olarak Türkçeden türemiştir!” diyen Güneş Dil Teorisi’nin formüle edildiği 1936’da Afet İnan, ‘Türklerin brakisefal Alpin ırkının mükemmel temsilcileri olduğunu göstermek üzere’ İsviçreli Antropolog Pittard’ın nezaretinde yaptığı doktora çalışması sırasında tam 64 bin kişiyi antropometrik ölçümlere tabi tuttu.
Antropolojinin kullanımı
20-25 Eylül 1937’de toplanan İkinci Tarih Kongresi’nde Sadri Maksudi Arsal’ın sunduğu bildirinin başlığı “Beşeriyet Tarihinde Devlet ve Hukuk Mefhumu ve Müesseselerinin İnkişafında Türk Irkının Rolü”; Hasan Reşit Tankut’un tebliği”Dil ve Irk Münasebetleri”; Dr. Nurettin Onur’un tebliği “Kan Grupları Bakımından Türk Irkının Menşei Hakkında bir Etüd” adını taşıyordu. Türk Tarih Tezi’nin doğruluğunun bir kez daha ilan edildiği kongreye ünlü ırkçılık kuramcısı Pittard da bir bildiri sunmuştu. 1925-1939 arasında yayınlanan ve Maarif Vekillerinin ‘fahri reisliğini’ yaptığı Türk Antropoloji Mecmuası ise o dönemde, bilimsel bir araç olarak antropolojiyi kullanılarak, Türk ırkının üstünlüğünü kanıtlamak için ne kadar kafa patlatıldığına dair örneklerle doluydu.
Özet Kaynakça: Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Atatürk Araştırma Merkezi, 2006; Ahmet Yıldız, “Ne Mutlu Türküm Diyebilene” Türk Ulusal Kimliğinin Etno Seküler Sınırları (1919-1938), İletişim, 2001; Nazan Maksudyan, Türklüğü Ölçmek, (Bilimkurgusal Antropoloji ve Türk Milliyetçiliğinin Irkçı Çehresi), Metis, 2005; Suavi Aydın “Cumhuriyet’in İdeolojik Şekillenmesinde Antropolojinin Rolü: Irkçı Paradigmanın Yükselişi ve Düşüşü”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Kemalizm, C.2, İletişim, 2001, s. 344-369; Uluğ İğdemir, Cumhuriyetin 50. Yılında Türk Tarih Kurumu, TTK, 1973; Afet İnan, Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları, TTK, 1969; Naci Kutlay, “İsmet Paşa’da Dönemsel Irkçı Anlayışlar”, Özgür Politika, 9-12 Kasım 2003.
Radikal / 03.02.13