Geçtiğimiz hafta “Darbeleri Araştırma Komisyonu” tarafından İçişleri Bakanlığı’na sunulan belge ve raporlar bir kez daha sermaye devletinin katliamcı kimliğini açığa çıkardı. Komisyon böyle bir amaç taşımasa da, ortaya çıkan belge ve veriler, yaşanan her katliamda sermaye devletinin doğrudan rolü hakkında bir fikir veriyor.
Bunun son örneği geçtiğimiz hafta TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu’na sunulan İçişleri Bakanlığı'na ait “gizli” ibareli Sivas Katliamı raporuyla görüldü. Emniyet Genel Müdürlüğü’ne yollanmış bir belge katillerin korunduğunu gösteriyor. Katliam döneminde Sivas Terörle Mücadele Şube Müdürü Ali Çilet tarafından hazırlanan ve Polis Baş Müfettişliği'ne yazılan 5 Ekim 1993 tarihli bu belgede, katliamı örgütleyenlerin tespit edilmiş olmasına karşın gözaltına alınmadığı ifade ediliyor. Bunun gerekçesi olarak şunlar söylenmekte: “Yangın olayına kadar, olaylar süreklilik arz ettiğinden şubemiz görevlileri devamlı olayı tahrik eden ve yönlendirenleri tespit etmişlerdir. Kültür Merkezi’nde, vilayet önünde ve Madımak Oteli önünde topluluk dağılma eylemi göstermediğinden o güzergahlarda toplu hareket edildiğinden alınamamış, Kültür Merkezi’ndeki zor kullanma anında alınmak istenmişse de topluluk engel olmuştur.”
Polisin elinde bulunan baskı aygıtlarıyla nasıl bir terör estirdiğini hemen her gün yaşayan ve gören bizler için bu ifade oldukça komik kaçmaktadır. Polisin, tespit ettiği katliamcıları kalabalık oldukları savunusuyla almadıklarını iddia etmesinin hiç bir inandırıcılığı yoktur. Son elde edilen belge, göstermelik kişilerin gözaltına alınması, mahkemelerde bunların aklanması ve katillerin zamanaşımı kılıfıyla cezasız bırakılmasıyla, bir kez daha Sivas katliamının, başından ve sonrasında işleyen süreçle birlikte bir bütün olarak değerlendirildiğinde, tamamen devlet tarafından işlenen bir katliam olduğunu göstermektedir.
Basına yansıyan bir diğer belge de Malatya’da Zirve Yayınevi’nde biri Alman üç kişinin katledilmesi davasında ortaya çıkan ses kaydıdır. Mahkemeye sunulan bir harddisk içerisinde hem sanık hem de tanık olan İlker Çınar'ın İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde öğretim görevlisi olan Ruhi Abat’la yaptığı görüşme yansıyor. Bu ses kaydında Abat, Çınar'a şunları demekte: “Bu işten artık dönüş yok, korkutma amaçlı yapmasını istediğimiz bir olayı; şerefsizlere vurun dedik öldürmüşler, bu yüzden sen de bize yardım edeceksin tamam mı?”
Bu telefon konuşmanın kaydı, sanıklardan Binbaşı Haydar Yeşil’e aittir. Bu veri, katliamda düzenin kolluk güçleri ve gerici-faşist çetelerin birlikte hareket ettiğini göstermektedir.
Böylesi bilgilerin açığa çıkması ve katliamların komisyonlarda ele alınarak incelenmesi özü itibariyle mevcut devlet gerçeğini değiştirmek için değildir. Bugün AKP’nin sözde darbeleri ve darbe süreçlerine götüren olayları araştırması geçmişle yüzleşme ve hesaplaşma söylemleriyle yapılmaktadır. Oysa söz konusu olan sermaye devletinin emperyalizmin denetiminde yeni dönem ve yeni ihtiyaçlara göre yeniden yapılandırılmasıdır. Bununla birlikte toplumsal hafıza da bir operasyona tabi tutulmaktadır. Ergenekon davalarına bağlanan pek çok katliam ve benzeri girişim devlet gerçeğini aklama ve yeni dönem ihtiyaçlarına uygun hale getirme vesilesi oldu. Tam bir ikiyüzlülük ve pervasızlıkla, 12 Eylül yargılamaları, Ergenekon operasyonu, 28 Şubat soruşturması vb. vesilelerle, “derin devletle hesaplaşıldığını” ve demokrasinin geliştirildiği yalanları toplumun geniş kesimlerine işlendi ve işlenmeye de devam ediyor.
Devletin tüm kurumlarını ele geçirmenin ve özelde medyanın imkanları kullanılarak çürümüş ve çeteleşmiş devletin değiştiği algısı yaratılmak istenmektedir. Oysaki sadece AKP’nin iktidar olduğu 10 yıllık dönemde yapılanlara bakıldığında bile katliamcı devlet geleneğinin devralınarak kesintisiz sürdürüldüğü görülecektir.
Durmak yok yola devam!
Sözde hesaplaşılan eski resmi tarihe bakıldığında “derin” devlet organizasyonuyla işlenen pek çok katliam vardır. Örneğin, 9 Ekim 1978 yılında Ankara Bahçelievler’de 7 TİP üyesi böyle katledildi. Ancak eskiyle hesaplaşma iddiasındaki bugünün siyasal aktörü AKP, bu katilleri 3. Yargı Paketi ile salıverdi!
Bir başka örnek ise 16 Mart 1978 yılında İstanbul Üniversitesi’nde katledilen devrimci öğrencilerin davasıdır. İlişkilerin, MİT'e, Emniyet'e ve askere uzanmasıyla tam bir kontrgerilla davası olan bu dava, 12 Eylül darbesinden sonra İstanbul Sıkıyönetim Mahkemesi'nce 1982'de beraat ile sonuçlanmıştı. Şaşırtıcı değil elbette. Yine şaşırtıcı olmayan, 1997'de İstanbul Barosu Susurluk Komisyonu, 16 Mart davası ile ilgili yeni belgeler bulunca, 1997'de dava yeniden açıldı. Ancak darbelerle hesaplaştığını ileri süren “yeni” rejim döneminde bu dava zamanaşımına uğradığı için rafa kaldırıldı!
Zamanaşımı ile katillerin aklanmasının örnekleri AKP döneminde sıkça karşımıza çıktı. Yukarıda da değindiğimiz gibi, Sivas katliamı da, “yeni” olduğunu iddia edilen AKP döneminde zamanaşımına uğramış, hatta Erdoğan, Sivas katliamcılarının zaman aşımından kurtarılmasını 'hayırlı' olsun diye karşılamıştı. Ayrıca “domuz bağı” ile nam salan hizbul-kontra elemanlarının teker teker salıverilmeleri unutulmamıştır.
Kemal Türkler cinayetinin de zamanaşımına uğraması bu açıdan şaşırtıcı olmamakla birlikte, buna tepki gösteren kızının yargılanması eski-yeni ayrımı olmadan faşist sermaye devleti geleneği ve gerçeğini ortaya koymaktadır.
Hrant Dink davası da bu açıdan çok önemli bir örnektir. Tam bir yıl öncesinden Trabzon, Ankara ve İstanbul polisi tarafından Hrant Dink’in öldürüleceği bilinmesine rağmen önlem alınmadığı açığa çıkmıştır. Buna dair hiçbir adım atılmaması, sonrasında da bildik yargı senaryosunun işletilmesi de bize hesaplaşılan bir devlet geleneği olmadığını göstermektedir. Hrant Dink davası sadece yargılananlarla kısıtlı tutularak, açıkça ortaya çıkan bağlantılar görmezden gelinmiş, bizzat mahkemenin kararlarıyla engellenmiştir. Hemen her şeyin örgüt bağına vesile edildiği bu dönemde Hrant Dink cinayetininde bir “örgüt” izine rastlanılmaması da bir tesadüf değildir. Bundan dolayı Hrant Dink’in katillerinin ve bir başka örnek olan Zirve Yayınevi katliamı katillerinin bir hukuki düzenleme kılıfı bulunarak bırakılacakları tahmininde de rahatlıkla bulunulabilir.
Devletin katletme geleneğinin devamı son olarak Roboski katliamında görülmüştü. Bu katliamın sorumlularından hesap sorulmasına dair tek bir adım atılmamış, katledenler madalya almış ancak katliamdan sağ kurtulanlara cezalar yağdırılmıştır.
Örnekler çoğaltılabilir. Katliamlar, faili meçhuller, işkenceler kısacası sömürü üzerine kurulu bir düzenin ve onun egemenlik aracı devletin kullanabileceği her türden kirli işler kullanılmaya devam etmektedir ve edecektir. Devrimciler, Kürt halkı, işçi sınıfı ve ilerici her muhalif bugün elinden cop, gaz bombası, kurşun eksik olmayan bu devlet gerçeğiyle karşı karşıyadır. Bunun araçları döneme göre değişmekte, dozu azalmakta ya da artırılmaktadır. Uygulayıcıları da AKP döneminin rengine uygun olarak değişmiştir ama öz aynı kalmış, hedefi, işçi ve ezilen emekçi halk, değişmemiştir. Tüm bunlara ek olarak, baskı ve zorun çok ve ağır bir şekilde yaşanmasına rağmen demokrasi ve adalet kelimelerinin en çok kullanıldığı bir dönem olarak AKP döneminin ayrı bir özelliği olduğunu da vurgulamak gerekmektedir.
Son olarak belirtmek gerek ki, Meclis Araştırma Komisyonu, devletin geçmişte yaptığı katliamları aklamak için işlemektedir. Yaşanan kanlı katliamları birkaç tetikçiye yıkıp sermaye devletini temize çıkarmaya çalışmaktadır. Sermaye devletinin sicili öylesine kirli ve kanlıdır ki, bu komisyon bunu ne kadar aklamaya çalışsa da mızrak çuvala sığmamaktadır.
Katliamların hesabını sormak için örgütlü mücadele büyütülmeli!
Katliamların hesabını böylesi komisyonlar değil, işçi ve emekçilerin örgütlü gücü sorabilir. Faşist darbelerin, 1 Mayıs 1977, Maraş, Çorum, Malatya, Sivas, Gazi gibi katliamların, hapishanelerde yaşanan katliamların ve operasyonların, faili meçhullerin, kaçırılıp gözaltında kaybedilenlerin, işkencelerin, yargılı-yargısız infazların, Roboskiler’in hesabı er ya da geç sorulacaktır. Katliamlara sessiz kalmamak ve yeni katliamların önüne geçmek için sömürü üzerine kurulu bu düzenin ve sermaye devletinin yıkılıp, yerine eşitliğe ve özgürlüğe dayalı sosyalist işçi-emekçi iktidarını kurmak için örgütlenmeli ve mücadele etmeliyiz.
(Kızıl Bayrak, 1 Şubat 2013, Sayı 05)