Ermeniler’in yoğun olarak yaşadığı İstanbul’un Samatya semtinde son birbuçuk ay içinde peş peşe ırkçı saldırılar gerçekleşti. Daha çok savunmasız yaşlı kadınları hedef seçen bu saldırıların Hrant Dink’in ölüm yıldönümüne eşlik etmesi hiç de tesadüf değil. Birbuçuk ayda dört defa gerçekleşmesine rağmen bir türlü önlen(e)meyen bu saldırılar sonucu Maritsa Küçük adlı Ermeni kadın alçakça katledilirken diğer üç olayın mağduru kadınlar ise şans eseri ağır yaralı olarak kurtuldu.
İstanbul’un her köşe başının sivil-resmi polis tarafından tutulduğu, istihbarat elemanlarının cirit attığı bir kentte yaşanan bu saldırıların basit bir adli vaka olmadığı ve devletin bilgisi olmadan gerçekleşmeyeceği aşikâr. Zira gerek yaşanan saldırıların biçiminden ve saldırıların “bir türlü önlen(e)meyişinden” gerekse de saldırılar sonucu sermaye hükümetinin ve uzantılarının yaptığı açıklamalardan, Ermenilere yönelik devlet gözetiminde yeni bir sistematik saldırıyla karşı karşıya olduğumuz anlaşılıyor.
Öyle ki yaşanan ilk olaydan bugüne dinci-gerici AKP hükümeti ve yandaş medyası özel bir tarzda gerçekleşen bu saldırıları “adli vaka” ve “hırsızlık” olayı olarak yansıtarak üzerini örtmek yoluna gitmiştir. Oysaki Matris Küçük’ün katledilme biçiminden de anlaşılacağı üzere olayın bir gasp ve hırsızlık olmadığı ortada. Zira masanın üzerinde duran paralara dokunulmadığı ve diğer olayların mağdurlarının da sadece öldüresiye dövülmek suretiyle saldırıya maruz kaldıkları anlaşılıyor. Mağdurlarının ortak özelliğinin Ermeni olmaları bunun ırkçı bir saldırı olduğuna kuşku bırakmıyor. Ayrıca son saldırıda görgü tanıkları olayın tek bir kişi tarafından değil gözcülerle birlikte organize bir şekilde gerçekleştirildiğini ifade ediyor. Tüm bu veriler orta yerde dururken sermeyenin kolluk gücünün saldırıların üstünü örten bir yaklaşımla olayı kapatmaya dönük tutumları ise faillerin devletçe desteklenip yönlendirildiğini göstermektedir. Yine mahallelilerin anlatımına göre olayların ardından herhangi bir soruşturmanın açılmaması ve önlem alınmaması yanı sıra faillerin deşifre olmaması için bölgedeki kameraların sivil polisler tarafından sökülmesi bunu göstermektedir. Bu tutum saldırılara açıkça davetiye çıkartmak anlamına gelmektedir.
Hrant Dink’in katledilmesi ve ardından yaşanan gelişmeler anımsanırsa sermaye devletinin bir kez daha benzer tutumlar içerisinde olduğu görülür. Hatırlanacağı gibi Hrant Dink, ırkçı faşistlere açıkça hedef gösterilirken, katledilmesine yönelik planların yapıldığı bilindiği halde, Valilik bunu engellemek yerine Dink’i çağırarak yazdığı yazılardan vazgeçmesi yönünde tehditler de bulunmuştu. Hrant’ın bilinçli bir şekilde katledilmesine göz yumulurken öte yandan bu cinayet yine bir “adli vaka” olarak sunulmuştu. Aradan 6 yıl geçmesine rağmen bu katliamı planlayan, organize eden ve katliamın engellenmesi yönünde elini kıpırdatmayan devlet görevlilerinden hiçbiri göstermelik olsa bile ceza almazken üstüne üstlük hepsi sırası geldikçe terfiler ettirildiler.
Nitekim o günün İstanbul Valisi olarak Hrant Dink’in tehdit edilmesine bizzat aracılık yapan ve İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah birlikte “gazcı kardeşler” olarak da nam salan eski İstanbul Valisi Muammer Güler, hizmetlerinden ötürü bugün dinci-geri AKP hükümetinin İçişleri Bakanlığı mertebesine yükselmiştir. Sadece bu terfi bile sermaye devletinin ve onun icra kurulu AKP iktidarının ırkçı faşist zihniyetini, Ermeni halkına dönük yaklaşımlarını ortaya koymaktadır. Bu şoven-faşist zihniyet kendisini her vesile ile açığa vurduğu gibi Samatya’da yaşanan saldırılarda olayın üstü örtülmek suretiyle bir kez daha tezahür ediyor. Tıpkı zorunlu askerliği yaparken öldürülmesine rağmen intihar ettiği ileri sürülen Ermeni er Savag Şahin Balıkçı olayı gibi…
Elbette bugün, AKP iktidarı tarafından sürdürülen bu zihniyet sadece ona özgü değil. Irkçılık ve şovenizm sermaye devletinin geçmişten miras aldığı bir geleneğinin sonucudur. 1915’de Ermenilere yönelik tehcir olayların ardından 100 yıl sonra bile aynı ırkçı, faşist düşünce ve yargılar topluma sistematik bir şekilde empoze edilmektedir.
Elbette bu şovenist-ırkçı söylemlerden sadece Ermeniler değil Kürt halkı, Aleviler ve farklı milliyetten, dinden ve mezhepten herkes payına düşeni alıyor. Öyle ki daha geçtiğimiz günlerde CHP’li bir milletvekilinin meclis kürsüsünden “Türk ulusuyla Kürt milletini kimse bana eşit ve eşdeğerde kıldıramaz” diyerek hükümeti ve muhalefetiyle bir bütün olarak sermaye düzeninin mayasının nasıl da ırkçılık ve şovenizm zehriyle karıldığını ispat etmiştir.
Çünkü ırkçılık ve şovenizm sermaye iktidarının işçi ve emekçileri bölmek ve baskı altında tutarak kölelik zincirlerini pekiştirmek için kullandığı en etkili araçlardan biridir. Bugün AKP hükümetinin emperyalizmin bölgesel politikalarına daha iyi hizmet edebilmek amacı ile içerde her türlü muhalefeti sindirebilmek için siyasal gericiliği tırmandırdığı, toplumu ırkçılık ve şovenizm zehri ile kirletmesine tanık olmaktayız. Bir yandan sokakta faşist devlet terörü pervasızca uygulanırken öte yandan burjuva hukukunu ayaklar altına alan uygulamalar gündelik hale geliyor.
Samatya’da Ermenilere yönelik gerçekleşen ırkçı saldırılar, sermaye devletinin bu politikalara bundan sonra da başvuracağının somut bir kanıtıdır. Fakat işçi, emekçiler ve toplumun tüm ezilen kesimleri yeni acılarla yüz yüze kalmak istemiyorsa geçmiş deneyimlerden dersler çıkarak sermaye iktidarına karşı örgütlü mücadeleyi yükseltmesi gerekiyor. Ulusal, mezhepsel, cinsel ve her türden eşitsizliği sınıfsal eşitsizlik ve kölelikten aldığı güçle perçinleyen sermaye iktidarına karşı “İşçilerin birliği halkların kardeşliği!” şiarıyla yanıt verilmelidir. Halkların gerçek kardeşlik ve eşitlik temelinde bir arada yaşayacağı bir toplumsal düzen, ancak sınıfsal köleliği dayalı özel mülkiyet düzeninin ortadan kaldırılmasıyla mümkün olacaktır.
(Kızıl Bayrak, 1 Şubat 2013, Sayı 05)