Bir "geçmiş"i daha, bilançosunu çıkarmadan, onunla hesaplaşmadan, kendimizle yüzleşmeden toprağa gömmek üzereyiz...
Evet, artık net biçimde anladık. Müzakere meselesini diyorum.
Haftalardır AKP'nin müzakere sürecini yürütürken bile hakim/otoriter dili, hak bahşeden pozisyonu bırakmadığına, İmralı'ya gidecek heyeti belirlemenin bile Erdoğan'ın iki dudağı arasında olduğuna dikkat çekiyor, böyle kibirli bir dil ile yürütülecek müzakerelerden çıkacak sonucun acaba nasıl bir sonuç olacağı sorusunu ortaya atıyor, "Kürt sorunu yoktur" diyen bir Başbakan'ın, seçilmiş iradeye "siyasal uzantı" diyen bir Başbakan'ın zihniyetinin hayli sorunlu olduğunu söylüyorduk. Bunları söylerken elbette ki şu itirazları duyar gibiydik: "Erdoğan elbette ki perde önünde böyle konuşacak. Böyle hassas meseleler bu şekilde halledilir."
Evet bilhassa AKP cephesinden ya da reel politik düşünen çevrelerden ve elbette ki siyasal Kürt hareketinden böyle itirazlar geldiğini duyar gibiydik. Zaten süreç de böyle ilerledi. Siyasal Kürt hareketinin temsilcileri Erdoğan'ın dilini, söylemini -artık- mesele etmediler. Muhtemelen "sürecin" bir gereği olarak gördüler.
BDP'lilerin dokunulmazlıklarının kaldırılma girişimini bile "taktik olarak pazarlık öncesi karşı tarafı zayıflatma, masaya öyle oturma" hamlesi olarak gördüler. Yani her iki cephede de mesele yoktu. Vır vır söylenen bizdik. Yani biz derken, muhtemelen hayli küçük bir çevre.
Dolayısıyla bu aşamadan sonra sürecin ilerlemesini beklemek gerekiyor artık, belli. Erdoğan ve AKP, siyasal Kürt hareketi temsilcilerinin demeçlerini dikkatle inceleyecekler, kimin "İmralı"ya gideceğine, kimin gidemeyeceğini karar verecekler, siyasal Kürt hareketinin temsilcileri de bu işi sadece Erdoğan'ın çözeceğine yönelik inançla, süreci sekteye uğratmamaya çalışacaklar. Bu durumun memleketteki, aslen Kürt sorunundaki eşitsiz denklemin hayli can sıkıcı bir yansıması olduğunu da bu sayfalarda defalarca yazdım, o yüzden bu konuya da bir daha girmiyorum artık. (Dolayısıyla niyetim siyasal Kürt hareketine haksızlık etmek değil. Devletin kuruluşundan bu yana gelen o eşitsiz denklemin "süreç"lere böyle yaklaşmayı doğurduğunu söylüyorum, ki bu Ermeni meselesinde de zaman zaman görülen ve sanıyorum bundan sonra da görülecek tablodur.) Neyse süreç ilerlerken AKP kanadı da belli ki -TBMM'deki yeni Anayasa görüşmelerinin tıkanmasıyla birlikte- Mart ayında Başkanlık sistemini de içeren yeni Anayasa taslağını TBMM'ye getirecek, teklif muhtemelen CHP ve MHP'den onay görmeyecek ama küçük bir ilave destekle referandum aralağı yakalanacak, sonra da "sürecin" de yarattığı olumlu hava ile yeni Anayasa referanduma sunulacak ve büyük bir terslik yaşanmazsa seçmenden onay görecek (ki siyasal Kürt hareketinin de bu sürece zımni de olsa destek vereceğini düşünebiliriz) ve yine içte ya da dışta çok büyük bir terslik yaşanmazsa 2014'te Türkiye yeni Başkan'ını seçecek. Senaryo böyle gözüküyor.
Ve tabii bu esnada devletin eski sahipleri de ihmal edilmeyecek.
Erdoğan ve AKP kurmayları belli ki bu konuyu da düşünmüş. Uzun süredir Erdoğan'ın gündeme getirdiği "TSK'da komutan kalmadı", "Başbuğ nasıl oluyor da terörden yargılanıyor" çıkışları MHP, CHP ve ulusalcı kanadın en azından bir kısmını oyalayacak. Muhtemelen o kesim de sürece "ihtiyatla" bakacak ancak bir grup komutanın serbest bırakılması ve Başbuğ'un durumunda yapılacak bir iyileştirme ile o cephede tansiyon düşecek. Tekrar altını çizelim: muhtemelen. Bu süreç de elbette ki akamete uğrayabilir, evdeki hesap çarşıya uymayabilir, yol kazaları yaşanabilir. Bilhassa iktidar blokunun -yargı ve emniyete hakim- diğer ortağının bu konuda (ve elbette ki Kürt meselesinde) ne tür bir tavır alacağı, sürece müdahale edip etmeyeceği bilinmiyor.
Mevcut durumda "malum kanadın" -kimi kastettiğimi anladınız herhalde- dişleri biraz sökülmüş gibi görünse de hamle güçlerini koruduklarını hesaba katmak gerekebilir.
Buraya kadar hemfikirsek, ilerleyelim. Bütün bu tablo elbette ki bilhassa Kürt meselesinde bir çözüm özleyen, bekleyen, Balyoz vs gibi davalarda görülen hukuksuzluklardan rahatsız olan kesimler tarafından, en azından "olumsuz" karşılanmayacaktır. Erdoğan'ın bu yol haritası ile hem toplumdaki gerilimleri azaltacağını, hem de kendi siyasi istikbalini güçlü bir biçimde garanti altına alacağını ve aynı zamanda AKP'yi de başsız kalmaktan ve birbirine düşmekten kurtaracağını düşünebiliriz.
Böyle tarif edildiğinde her şey gayet tozpembe görünüyor,. Tekrar vurgulayayım, bir iç ya da dış kaynaklı yol kazası yaşanmaz ise. Peki baştan beri tutturduğum ve muhtemelen sizin de farkettiğiniz o "huzursuz" dilin sebebi nedir? Şudur: Geçmişimize çekilmek üzere olduğunu düşündüğüm o kalın örtü. Şöyle tarif etmeye çalışayım:
Evet Erdoğan'ın komutanlar çıkışı kritiktir. O davalarda pek çok hukuksuzluk yaşandığını da biliyoruz. Beri yandan Ergenekon davasında da savcının esas hakkında mütalaa verme aşamasına geldik. Yani o davada da artık yavaş yavaş sona geliniyor. Dolayasıyla büyük ve uzun süren bir fasıl, şöyle da ya böyle, geride epey tartışma bırakacağı belli biçimde, kapanıyor. Ama devasa bir eksikle. Şundan bahsediyorum: bilhassa 1990'larda Güneydoğu'yu cehenneme çeviren devlet görevlilerinden kaç kişi yargılandı, yaklaşık 5 yıldır süren "Büyük temizlik" sürecinde? Hangi köy yakmanın, toplu mezarın, adam kaçırmanın, adam kaybetmenin failini bulabildik, yargılayabildik, mahkum edebildik? Ergenekon başladığında en yaygın soru, bu hamlenin Güneydoğu'ya da uzanıp uzanmayacağı idi. Artık bu sorular da sorulmuyor. AKP dengeyi öyle bir kurdu ki, sol-demokrat ve liberal kamuoyu müzakere sürecine; sağıyla soluyla ulusalcı cephe ise komutanların durumuna odaklanmış durumda. Denklem böyle kurulunca süreç de haliyle bu şekilde ilerliyor. Yeri gelmişken bu konudaki son gelişmeyi de aktarayım. Bilindiği gibi fail-i meçhullerle ilgili neredeyse tek bir dava var. Kayseri eski İl Jandarma Alay Komutanı emekli Albay Cemal Temizöz ile korucubaşı Kamil Atak'ın da aralarında bulunduğu 6'sı tutuklu 8 kişi, Şırnak'ın Cizre İlçesi'nde 1993-95 yılları arasında işlenen fail-i meçhul cinayetlerle ilgili olarak yargılanıyorlar. 22 Aralık 2012'deki son duruşmada tutuklu sanıklardan bir dönem Cizre Belediye Başkanlığı da yapmış Kamil Atak tahliye edildi. Duruşmanın ardından Atak'ın yakınları kararı havaya ateş açarak kutladılar. Davanın müdahil avukatlarında Mehmet Emin Aktar o günlerde kararı Taraf gazetesine şöyle değerlendirmişti:
"Bizim çıkardığımız temel sonuç şu: Devlet, 'Ben bundan sonrasını yapmayacağım' diyor. Bundan sonra kimse faili meçhul cinayetlerin aydınlatılmasını beklemesin. Şu durumda JİTEM davası yok zaten. Bir ana dava var, orada da bir tek kişiye bile yakalama kararı çıkarmadılar. Aynı mahkemede yürüyen bir soruşturma daha var; Yeşil, Abdülkadir Aygan, Ali Ozansoy gibi isimlerin yer aldığı 15 kişi hakkında. Ama bu dosyada da herhangi bir hareket yok.. (...) Bu dava açıldığında toplumda bir umut vardı, bütün cinayetleri kapsayacağı düşünülüyordu ama yeni davalar gelmedi. O zaman bu dava, devletin geçmişiyle yüzleşmesi değil, emekli Albay Cemal Temizöz'ün şahsına yönelik devlet tutumunun sonucudur. Temizöz'e Kayseri'de yaptıklarının karşılığı olarak, ona bir bedel ödetmenin bir sonucu olarak bu dava açıldı. Yani bir iç hesaplaşma sonucu dava açıldı. Bu kişi Balyoz davasından ceza yemiş, onun için kimsenin tahliye umudu yoktu. Kamil Atağ'ın ise yerel bir gücü var.."
Durum bu. Peki 12 Eylül davasını ne yapacağız? Dava başladığında genişçe bir kesim "Evren ve Şahinkaya'yı yargılamak yetmez, işkenceciler, uygulayıcılar da yargılansın" diyordu. Davanıın başlamasının üzerinden epey geçti. İhtimaldir ki gelecekteki duruşmalarda bu yönde ara kararlar alınabilir, ancak savcılık cephesinde bu yönde bir çaba görülmüyor. Varsa da iyi gizliyorlar, zira biz bilmiyoruz. En önemlisi kamuoyundaki bu yöndeki talep de artık iyice sönümlenmiş durumda.
Dolayısıyla bir "geçmiş"i daha, bilançosunu çıkarmadan, onunla hesaplaşmadan, kendimizle yüzleşmeden toprağa gömmek üzereyiz. En iyi bildiğimiz işi yapmak üzereyiz yani. Umarım yanılırım.
Radikal / 04.02.13