Gerçek ve kalıcı çözüm sosyalizmde!
Uzun bir dönemdir sol hareket ile sendika ve meslek örgütlerinde kadın sorununda feminist çizgi belirginlik kazanmış bulunuyor. Somutta 8 Martlar’da yaşanan ayrışmalarda kendisini gösteren bu çizgi ilerici-sol güçlerde de bulanıklık yaratmaktadır. Dolayısıyla her fırsatta ve zeminde sınıf mücadelesini bölen bu eğilime karşı mücadele önem taşımaktadır.
Her sorun gibi kadın sorununa bakış da sınıfsal bir nitelik taşır. Feminist hareketin tarihsel evrimine bakıldığında, bu gerçek net bir şekilde görülür.
18. yüzyılın ortalarında kadının hak eşitliği istemiyle ortaya çıkan, burjuva kadınlarının damgasını vurduğu kadın hareketi, “oy hakkı, mülkiyet hakkı, eğitim hakkı, siyaset hakkı”nı talep ediyor, burjuva kadının burjuva erkeğiyle eşitliğini istiyordu. Toplum ölçeğinde kadın haklarının insan haklarının bir parçası olması ve kadınların hak eşitliği taleplerinin (burjuva ve orta-burjuva kesimlerin talepleri olmakla birlikte) meşrulaştırılmasının ötesinde, burjuva kadın hareketinin kadınların hak kazanımlarına özel bir katkısı olmamıştır.
19. yüzyılın sonu, 20. yüzyılın başlarında, işçi sınıfı partilerinin yol göstericiliğinde, sınıf hareketinin bir parçası olan proleter kadın mücadelesi gelişmeye başlamış ve o günden bugüne önemli kazanımlar elde edilmiştir. Dolayısıyla, bugün kadınların sahip olduğu tüm temel demokratik ve sosyal haklar, tam da kurulu burjuva düzene karşı sosyal-siyasal mücadeleler içerisinde, önemli ölçüde işçi hareketi sayesinde ve işçi sınıfı partilerinin önderliğinde elde edilmiştir.
1960’lı yıllarda şekillenen feminizm ise, dönemin toplumsal hareketlilikleri ile bağlar kurmayı başarabilmiştir. Bu dönemde feministler, toplumsal cinsiyet rollerinin bütünüyle yıkılmasını ve tam bir eşitliği savunmuşlar, dönemin toplumsal hareketlerine de yaslanarak, kürtaj hakkı, doğum kontrolü vb. alanlarda kazanımlar elde etmişlerdir. (Aynı dönemin sosyalist feminstleri ise, bugünkülerden farklı olarak Marksizm ile bağ kuran daha özgün bir akımdı.)
Burada feminist hareketin tarihsel gelişim sürecini ayrıntılı olarak ele almak gerekmiyor. Vurgulamak istediğimiz birinci nokta, feminist hareketin sınıfsal karakteridir. Başlangıçta kadının hak eşitliği mücadelesi tümüyle burjuva kadınlara dayanmıştır. ‘60’lı yıllardaki kadın hareketi ise orta ve küçük burjuva kadınlarına dayanmakla birlikte, burjuva kadın hareketinin uzantısı olarak şekillenmiştir. Ufku burjuva sınırların ötesine geçememiş, sorun düzen sınırları içinde kadının biçimsel hak eşitliği temelinde ele alınmıştır.
Vurgulanması gereken ikinci nokta ise, kadınların en temel kazanımlarının işçi sınıfı ve onun partilerinin mücadeleleri sayesinde elde edilmiş olduğudur. ‘60’lardaki kısmi kazanımlar da, dönemin yükselen toplumsal hareketliliği ve onun devrimci dinamizminin etkisiyle sağlanabilmiştir.
Türkiye’de feminizm yenilginin ürünüdür!
12 Eylül ‘80 darbesi Türkiye’de toplumsal hareket açısından önemli bir dönemeci ifade eder. Dünya ölçeğinde esen gerici liberal dalga ile Türkiye’de faşist darbenin yarattığı ağır baskı ve gericilik atmosferi örtüşmüştür. SSCB’nin çöküşü ile birlikte “kapitalizmin ebediliği”nin ilan edildiği bir gericilik dönemidir bu.
Türkiye’de feminizm, tam da bu gerici dalga ile soldaki yenilgi ve tasfiyeciliğin ürünüdür. ‘80 darbesinin ardından, geçmişte kimi sol örgütlerin bünyesinde yeralan kadınların, kendilerinin deyimiyle “sınıfsal, kimliksel farklılıklar parantez dışına atılarak, tek bir ortaklıkla (kadınlık)” bir araya gelmesiyle ortaya çıkmıştır.
Dünyada da bu dönemde esen liberal gerici rüzgara paralel bir feminist hareket şekillenir. ‘60’lı yıllarda feministler toplumsal cinsiyet rollerinin yıkılmasını talep ederken, bu dönemin feministleri tarafından bu roller kabullenilir. Erkek kimliğinin eril bir iktidara sahip olmasından yola çıkılarak “ezen” olduğu ifade edilir ve kadın kimliğinin “ezme” misyonu olmadığı, yaşatılması gerektiği söylenir. Mücadelesi de öncelikli olarak bu “eril iktidara” yani erkeğe yönelir. Türkiye’de ‘80’lerde ortaya çıkan feministler de, kadın cinsinin ezilmişliği temelinde erkek egemenliğine karşı mücadeleyi esas alırlar.
Türkiye’de feminizm, sol harekette tasfiyeci savrulmanın derinleşmesiyle etki alanını genişletti. Halkçı küçük-burjuva devrimci akımların önemli bir bölümünün “reformizm”e evrimi, ‘90’ların ortalarından itibaren işçi hareketinin geri çekilişi ile birlikte hız kazandı. Bu gelişme giderek toplumsal mücadelenin çeşitli alanlarında da sonuçlarını üretti. Bu alanlardan biri ise kadın sorunu ve mücadelesi oldu. Reformist sol akımlar feminist düşünce ile buluştular ve “sosyalist feminizm” adı altında gerçekte “burjuva feminizmi”ne yöneldiler.
Böylece, kurulu toplumsal düzeni hedeflemesi gereken kadının kurtuluşu mücadelesi, yerini cinsiyet eşitsizliği temelinde bir mücadeleye, somutta erkek egemenliğine karşı mücadeleye bırakmıştır. “Emekçi kadın” mücadelesinin yerini sınıflarüstü bir “kadın” mücadelesi almış, kızıl renk mor renge evrilmiştir.
Dolayısıyla, bugün kadın sorununa yaklaşımdaki savrulmanın kaynağında, sol hareketin ağırlıklı bir bölümünün iktidar perspektifini yitirerek reformcu bir çizgiye evrilmesi yatmaktadır. 8 Martlar’da yaşanan tablo bunun doğal bir sonucudur.
Feminizm/“sosyalist feminizm”in açmazları
Kadın sorununun tarihsel ve toplumsal temellerini görmek istemeyen feminizm, sorunu kadın-erkek eşitsizliğine indirgemektedir. Böylece kadın mücadelesi de kapitalist düzen sınırları içerisinde biçimsel hakların elde edilmesi mücadelesi olarak ele alınmaktadır.
Bugün kendisini feminist ve “sosyalist feminist” olarak tanımlayanlar, kadın sorununa bakışta kısmi farklılıklar taşısalar da, temelde soruna aynı yerden bakmaktadırlar. Her ikisi de sınıflı toplumlarda “sınıflar üstü” bir kadın mücadelesini esas almakta, kadınların sınıfsal değil cins olarak ezilmişliğini öne çıkarmaktadır. 8 Martlar’da emekçi kadın kavramının terkedilerek “kadın dayanışması” ekseninde “kadınlar günü”nün kutlanması, erkek emekçilerin alanlara alınmamasının savunulması, feministler ile sosyalist feministlerin ortaklaşmalarının en somut göstergesidir. Kendilerini sosyalist olarak tanımlayan kimilerinin “kadın-erkek elele parolası ve paradoksu da bir daha dönülmemek üzere aşılmıştır“ (Sosyalist Kadın, sayı: 8) söylemleri de gelinen noktayı özetlemektedir.
Sonuçta, kadın ve erkeğin ortak mücadelesini dışlayan bağımsız bir kadın hareketi, birleşik emekçi mücadelesini bölmeye ve kadın emekçilerin mücadelesini burjuva toplum sınırlarına hapsetmeye hizmet etmektedir. Böylece sadece kadın-erkek işçi ve emekçilerin ortak mücadelesini değil, aynı zamanda emekçi kadın mücadelesinin kendisini de sakatlayıp zayıflatan bir rol oynamaktadır.
8 Martlar’da yaşanan tablo bunun en somut örneğidir. Reformistlerin denetimindeki sendikaların (somutta KESK’in) tutumu bu konuda açık bir fikir vermektedir. KESK’te etkin olan reformist akımlar feminist düşünce ile buluşunca, bir emek örgütü olan KESK bünyesinde kadın gündemli eylem ve etkinlikler, salt kadın emekçiler tarafından yapılmaya başlanmıştır. Erkek kamu emekçileri kadınların talepleri uğruna mücadelenin dışına çıkarılırken, kadın emekçilerin ufku da cins kimliğine ilişkin sorunlara daraltılmıştır.
Öte yandan, devrimci iktidar perspektifini yitiren dünün devrimcileri, aynı zamanda Marksizmin tahrif edilmesi rolüne de soyunmuş bulunmaktadırlar.
İşçi sınıfının ideolojisi olan sosyalizm, kadının hem sınıfsal hem de cinsel ezilmişliğine yanıt veren bir dünya görüşüdür. Burjuva düzen koşullarında kadının özgürlüğü ve eşitliği mücadelesine elbette gereken önemi verir, fakat hukuksal planda çok ileri kazanımlar elde edilse bile, tam da sınıfsal ezilmişlikten dolayı bunların önemli ölçüde kağıt üzerinde kalmaya mahkum olduğunu ortaya koyar. Zira, kadının ezilmişliği hak yoksunluğundan değil kapitalizmin ekonomik karakterinden kaynaklanır.
Günümüzün “sosyalist feministleri” ise, işçi sınıfının ideolojisi olan sosyalizm ile bir burjuva ideolojisi olan feminizmin evliliğini gerçekleştirmeye çalışıyorlar. Bu çabaya Marksizmin tahrifatı eşlik ediyor. “Sosyalist-feminist” ya da “marksist feministler”, “Marksizmde bulunduğunu düşündükleri kategorik boşlukları doldurma çabası içinde” olduklarını, “Sosyalizmle-kadın hareketi ittifak ilişkisini kurmak” istediklerini söylüyorlar. “Dogmatik Marksistler cinsiyetler arasındaki güç ilişkilerinin sınıf ilişkilerini nasıl şekillendirdiğini ortaya koyamadıkları ölçüde, ayrı bir cinsiyet ilişkileri teorisi oluşturmak durumunda kalmak”, “Marksistlerin kadınla erkeğin kapitalizmi farklı deneyimlemeleri, patriyarkal ilişkileri görmemesi ve ev içi emeği gözetmemeleri” vb. söylemlerle kendi varoluşlarını gerekçelendiriyorlar. Bu bakışın ürünü olarak sınıf mücadelesinden soyutlanmış bağımsız kadın örgütlerini savunuyorlar. Kadın-erkek ilişkisini, kapitalist üretim ilişkilerin bağımsız ele alınamayacak olan ev ekonomisinin sınırlarına hapsediyor ve bunları da Marksizme dayanarak yaptıklarını iddia ediyorlar.
Kadın sorununda biricik gerçek çözüm!
Kadın sorununun toplumsal bir sorun olduğunu ortaya koyan Marksizm, tüm diğer temel toplumsal sorunlarda olduğu gibi kadın sorununda da gerçek ve köklü çözümün, bu sorunu yaratan toplumsal koşulların yok edilmesiyle olanaklı olduğunu ifade eder. Bu nedenle toplumsal düzenin ürettiği sonuçlara karşı değil, temellerine karşı mücadeleyi esas alır.
Sınıf ilişkilerini dışta bırakarak cinsiyet ilişkilerini açıklamak olanaklı değildir. Marksizm, kadın sorununu ve cinsiyet ilişkilerini sınıfsal temelleriyle ele alır. Cinsiyet eşitsizliğinin, sınıfsal eşitsizliğe dayanan toplumsal sistemden kaynaklandığını ifade eder. Bu bakışın ürünü olarak, kadının kurtuluşunun yegane yolunun, işçi-emekçi kadın ile işçi-erkek emeğin sınıfsal temelde birleşerek, özel mülkiyet ve sömürü düzeni kapitalizme karşı mücadelesinden geçtiğini söyler.
Dolayısıyla, işçi ve emekçi kadınlar için özgürleşmenin ve gerçek kurtuluşun yolu, burjuva düzenden kaynaklanan tüm diğer temel toplumsal sorunlar gibi kadın sorununun da gerçek ve kalıcı çözümünü sağlayacak olan sosyalizm mücadelesinde yerini almasıyla açılacaktır.
(Kızıl Bayrak, 1 Şubat 2013, Sayı 05)