Geçen haftanın gündemini oluşturan konuların başında, Davos zirvesinden bu yana giderek yoğunlaşan “rekabetçi devalüasyonlar”, ABD ile İngiltere’nin Fransa’ya katılmak üzere Afrika’ya doluşmaya başlaması geliyordu. Bunlara I. Dünya Savaşı öncesinde Almanya’nın yükselişinin Avrupa’da yarattığı sorunlarla, Çin’in yükselişinin Asya’da yarattığı sorunlar arasında bir paralellik kuran yorumlar da eklenmeye başladı. Sanırım bu yılın ana teması korku: “Ya tarih tekrarlanırsa!”
Sanırım, tekrarlanmaya başladı bile... Önce kapitalizmin yapısal krizi, bunun içinde gerileyen bir hegemonya, sonra mali kriz, uzun durgunluk, yükselen güçlerin kendilerine yer açma çabası, yerleşik güçlerin egemen sınıflarının, hükümetlerin toplumdan gelen tepkileri yumuşatmak için çeşitli ekonomik, giderek de siyasi araçları kullanmaya, kaynak havzalarına doğru birbirleriyle, bu kez askeri araçları da kullanarak yarışmaya başlamaları, “döviz savaşlarını”, kaynak rekabetini, “sömürge savaşlarını” ve başka belaları yine gündeme getirdi.
Akrebin öyküde, kurbağayı sokunca itiraf ettiği gibi “ne yapsın doğasında var”. Kapitalizm önünde sonunda krize girer; bu küreselleşmeyi, finansallaşmayı, emperyalizmi, hatta sömürgeciliği, savaşları gündeme getirir...
‘Döviz savaşları’
Bu kavram geçen ay Davos zirvesinde Japonya’nın yeni hükümetinin ekonomi politikaları bağlamında gündeme gelmişti. Ancak tartışma gelişince, Niall Ferguson’un (Financial Times, 25/01), Bloomberg’in (28/01), El-Erian’ın, (FT, 28/01), HSCB Başekonomisti Stephen King’in (Financial Times, 30/01) Casey’nin, (Market Watch, 30/01), Bernard&Cignella’ın (Wall Street Journal, 01/02), Pisani’nin (CNBC, 01/02), The Economist’in, (02/02) yorumlarında gördüğümüz gibi, yalnızca Japonya değil, İngiltere, ABD, Kore, Çin, bir seri gelişmekte olan ülke, ihracatı teşvik etmek, ithalatı caydırmak için paralarının değerini düşük tutmakta birbiriyle yarışıyor. Almanya Asya ülkelerini, Brezilya ABD ve Asya ülkelerini, Japonya’nın yeni başbakanı ABD’yi suçluyor.
Bu “savaşı” örten incir yaprağının adı ulusal ekonomiyi canlandırmak, işsizliği azaltmak için parasal genişleme, düşük faiz politikası, finansal sektöre, zordaki firmalara mali destekler. Özetle, para basarak, döviz alarak, gizlice devalüasyon yapmaya devam...
Geçen hafta açıklanan veriler ABD ekonomisinin “IV. Üç Aylık Dönem”de negatif büyüme sergilediğini, bu yüzden FED’in düşük faiz, ayda 85 milyar dolar parasal genişleme politikalarına devam edeceğini, doların Yuan, Yen, Avro, Brezilya Real’i karşısında zayıflığını koruyacağını gösteriyordu. Japonya Başbakanı Abe de zaten bu duruma daha fazla katlanmayacaklarını, Yen’in devalüe edilmesi için müdahale edeceklerini açıklamıştı.
Demek ki, “döviz savaşları” sertleşmeye devam edecek. Bu “savaşlarla” Afrika’daki son gelişmeler, “sıcak savaşlar” arasında ilginç bir ilişki de var. Altın rezervleri üzerinden gelişen bu ilişkiye dikkatimizi, geçen hafta The Asia Times’dan Pepe Escobar çekmişti.
Rekabetçi devalüasyon devam ederken ülkelerin rezervlerinin değeri risk altına giriyor. Bu koşullarda, rezervleri döviz yerine altında tutma eğilimi güçleniyor. Geçen hafta Almanya’nın ABD ve Fransa’da tuttuğu altın rezervlerini ülkesine getirmeye başladığını okumuştuk (Deutsche Welle, 16/01). Ancak bu transferin 7 yılda tamamlanacak olması kimi yayımlarda, “FED ve Fransız Merkez Bankası’na bu altını piyasalardan toplamak için yeterince zaman tanıyor” yorumuna yol açtı (International Business Times, 28/01). Kısacası altına ulaşmak bu ülkeler açısından önem kazanacak.
Ancak altın merakı gittikçe artan başka ülkeler de var. Escobar’ın işaret ettiğine göre altın, ABD, Almanya, Fransa ve İtalya’nın rezervlerinin yaklaşık yüzde 70’ini oluşturuyor. Bu oran Rusya’da yüzde 10 civarında, Çin’de ise yalnızca yüzde 2. Çin’in 3.2 trilyon dolar rezervinin çok büyük kısmı dolardan oluşuyor. Çin, (bir ölçüde de Rusya) dolardan uzaklaşarak rezervlerindeki altın oranını artırmaya çalışıyorlar.
Bunu aklımızda tutarak, bu kez ABD’nin kıtlığını çektiği, bir stratejik ürün alanına geçelim. Wall Street Journal’dan McGroarty’nin aktardığına göre (30/01), ABD’nin mineral açığı giderek artıyor. ABD’nin, silah ve yüksek teknoloji sanayilerinde gereksinim duyduğu stratejik minerallerden 19’unda ithalat bağımlılığı yüzde 100 düzeyindeymiş. Bu 19 mineralden 11’inde de tek bir ülkeye, Çin’e bağımlıymış. Bu yüzden yönetimin öncelikler listesinin başında bu bağımlılığı azaltmak geliyormuş.
Afrika’da ‘yeni oyun’
Önceki çarşamba yazımda, General Moeller’in, ABD’nin Afrika ordusunun görevinin “doğal kaynakların Afrika’dan dünya piyasalarına serbestçe akmasını sağlamaktır” dediğini, “Enerji akımının aksaması olasılığının, Çin’in artan etkisinin ABD çıkarlarını tehdit ettiğini” düşündüğünü aktarmıştım. Geçen hafta göreve başlayan ABD’nin yeni Dışişleri Bakanı Kerry de senato komisyonunda konuşurken “Çin’in Afrika’nın her yerinde olduğuna” işaret ettikten sonra, “Çin’le ABD’nin Afrika’da etki alanı oluşturma yarışını” bir “oyuna benzetmiş” (Bates, The Independent, 30/01).
Şimdi tüm bunları; geçen haftanın “İngiltere, Fransa’ya yardım etmek için Mali’ye asker göndermeye karar verdi”, “İngiltere Başbakanı Cezayir’i ziyaret ederek terörizme karşı destek ve işbirliği sundu”, “Nijer, ABD’ye kalıcı bir insansız uçak üssü kurma izni verdi”, Wall Street Journal’a konuşan ABD’nin Afrika işlerine bakan Dışişleri Bakan Yardımcısı Don Yamamoto’nun, ABD ve Fransa’nın Kuzey ve Batı Afrika’da militanlara karşı uzun sürecek bir savaşı yoğunlaştırmaya başladığını vurguladıktan sonra, “Bu yalnızca ilk aşama... Bu iş yıllarca sürecek” (aktaran, WSWS, 30/01) saptamalarıyla birleştirelim.
ABD’nin Çad, Senegal, Burkina Faso ve Togo, Etiyopya, Seyşeller, Kenya’dan sonra Nijer’de de kalıcı varlık oluşturmaya başlaması özellikle önemli. Nijer Afrika’nın en önemli uranyum madenlerine sahip. WikiLeaks’in açıkladığı bir diplomatik belgeye göre Çin, Nijer’de önemli mineral kaynakları portföyü oluşturmuş. Petrol, gaz çıkarma ve rafine etme, uranyum madenleri, altyapı yatırımları alanında Çin-Nijer işbirliği buranın eski sahibi Fransa’nın yatırımlarını geride bırakmış (WSWS). Nijer’in bir diğer özelliği de Mali’nin altın yataklarına olan yakınlığı...
Batı’nın geleneksel emperyalist ülkeleri, Çin’in genişleyen etkisine karşı Afrika’da adeta bir “blok emperyalizmi” politikası izliyorlar. Bu yüzden anti-emperyalizm “utangaç milliyetçilik” anlamına gelmiyor! Ama bu saçma suçlama, “demokrasi” maskesinin arkasına sığınıp emperyalizmin avukatlığını yapmak anlamına geliyor. Belli ki bunların da “doğasında var”.
Cumhuriyet / 04.02.13