Deprem değil, kapitalizm öldürür!

  • Arşiv
  • |
  • Bilim-Teknik-Çevre
  • |
  • Çevre
  • |
  • 17 Ağustos 2012
  • 09:04

İzmit merkezli yaşanan ve tesiri Yalova, İstanbul, Adapazarı, Bursa’ya uzanan, milyonlarca insanı doğrudan etkileyen 17 Ağustos Marmara Depremi'nin üzerinden 13 yıl geçti. Kentlerin harabeye döndüğü, taşın taş üstünde kalmadığı günlerde bir başka gerçek daha ölümlerle birlikte karşımıza çıktı. Deprem bizi, ölüm kadar soğuk, ölüm kadar insana yabancı bir yüzle, kapitalizmin insana, emekçiye yabancı yüzüyle bir kez daha tanıştırdı. 

Enkazın altında resmi rakamlara göre, 17 bin 480, resmi olmayan rakamlara göre ise 50 bin ölümüz vardı. Enkazın üstünde ise yine resmi kayıtlara göre 23 bin 781, yok sayılan rakamlara göre ise 100 bine yakın yaralı... 285 bin 211 konut, 42 bin 902 işyeri hasar görmüştü. Çöken 133 bin 683 bina yaklaşık 600 bin kişiyi evsiz bırakmıştı. Yaklaşık 16 milyon insanı ise deprem farklı şekillerde etkilemişti. Her sarsıntıda telaşa kapılan insan gerçeği bu toplumsal travmanın bir sonucuydu.

Fakat “yaralar sarılacaktı”, “devlet dimdik ayaktaydı”. Bu doğal felaketi almadıkları önlemlerle bir katliama dönüştürenlerin sarf ettiği çaba bu sözcüklerden ibaretti.

Oysa bilinmekteydi ki “Deprem Bölgeleri Haritası”na göre ülke nüfusunun %95‘i deprem tehlikesi altında yaşamaktaydı. Yani ülkenin %92’si deprem hattı üzerindeydi. Keza büyük sanayi merkezlerinin %98’i, barajların %93’ü de öyle.

Depremin aynasında düzen gerçeği

Milyonlarca insan deprem dehşetiyle sarsılmışken, enkaz altında kalan yakınlarını ararken burjuvazinin mebusları da iş başındaydı. Meclislerinden, emeklilik yaşını da yükselten sosyal yıkım yasalarını geçirmekle meşgul olanlara depremi hatırlatan enkaz altından gelen ceset kokularıydı. Yani onları harekete geçiren enkazın altından yükselen “sesimi duyan var mı” çığlıkları değildi. Zaten kulakları emekçilere her daim kapalıydı.

Depremden 10 yıl sonra, sosyal yıkım saldırısının doğrudan sorumlularından dönemin Çalışma Bakanı Yaşar Okuyan bunu farkında olmadan itiraf etmişti. “Ankara, yüzyılın en büyük depremine hazırlıksız yakalandı. Başkent uzun bir süre bölge ile irtibat kuramadı... Yardımları bölgeye ulaştıramadı... Adapazarı, Yalova ve Gölcük’te ilk üç gün başıboşluk yaşandı...”

Dönemin Sağlık Bakanı MHP’li Osman Durmuş’un ise başka bir uğraşı daha vardı. Ermenistan’dan gelen kan bağışını, “Türk kanının saflığını korumak” için reddeden, Yunanistan’ın yardım önerilerini geri çeviren, Kızılhaç’ın yardımlarını istemeyen “vatansever” bir bakandı o.

Emekçiler tıbbi yetersizlikler sonucu can verirken “damarlarındaki asil kanı” hatırlayanlar, arama kurtarma ekiplerinin yok denecek kadar azlığı nedeniyle on binlerce insanı toprağa gömenler “yabancı”, “el”in yardımlarını geri çevirirken, hizmet ettikleri sınıfın, sermayenin çıkarları için IMF’nin direktiflerini yerine getirmekten memnundular.

Daha çok kara, ranta dayalı olarak yapılan denetimsiz binalar çökerken sorumlular yargılanmamış, yargılananlar ise aklanmıştı. Depremden sonra Kocaeli’de açılan 932 ceza davasından 921’i, Sakarya’da 418 davanın 394’ü müteahhitlerin lehine sonuçlanırken, Bolu ve Afyon’da dava bile açılmadı. Yalova’daki davaların birçoğu sonuçlandırılmadı. Devlet kurumları aleyhinde açılan davalar 60 günü geçtiği için işleme konmadı. Müteahhitler aleyhinde açılan davaların kanunen reddedilmesinin gerekçesi ise, suç tarihi olarak binaların yapım tarihini başlangıç saydığı için “zamanaşımı” idi.

Kızılay üzerinden o günlerde süren rant kavgası ise çürümenin bir başka göstergesiydi.

Ancak yine de bir suçluya ihtiyaç vardı. O suçlu da sadece Veli Göçer oldu. Devlet, Göçer’le göçen kapitalizmi aklarken yine emekçileri zor durumda bıraktı. Deprem mağdurları Göçer’e açtıkları tazminat davasını kazandıklarına bile pişman oldular. Çünkü hem kazandıkları tazminat parasını alamadılar, hem de mahkemenin kararı gereğince, Göçer’in avukatının vekâlet ücretini ve mahkeme masraflarını ödeme zorunluluğuyla karşılaştılar. Bu parayı ödeyemeyen ailelerin evlerine şimdi birer birer haciz gelmektedir.

Van depreminden kentsel dönüşüm saldırılarına… Aynı düzen sürüyor!

17 Ağustos depreminin ardından yıllar geçmesine rağmen sermaye devletinin böylesi felaketler için hiçbir önlem almadığı Van depremi ile bir kez daha açığa çıktı. Van depreminde de binlerce insan yıkılan binaların duvarları altında değil, kapitalizmin yarattığı enkazın altında kalmıştı. Devlet yardımları ise yine fiyaskoya dönüşmüştü.

Rant ve yağma politikalarına tepki gösteren Van halkının payına ise polis copu ve gaz bombası düşmüştü.

Tüm bunlara rağmen deprem riskini emekçiler üzerinde bir sopa olarak kullanan sermaye devleti, kentsel dönüşüm saldırılarını hızlandırdı. Emekçilerin evlerini depreme bırakmadan yıkan düzen, kâr kapısı yaptığı dönüşüm projeleri ile emekçilere tekrar tekrar yıkıma yarattı. Samsun’da yaşanan sel felaketi ile bir kez daha ortaya çıkmıştı bu.

Gerçek felaket deprem değil, kapitalizmdir!

Sözün kısası on binlerce insanın hayatını kaybetmesine neden olan gerçekte deprem ya da diğer doğal felaketler değildir. Alınmayan önlemlerle bu doğal felaketleri doğal olmayan felaketler haline getiren, trajediye dönüştüren kapitalist sistem, bu sistemin uygulayıcıları, tüm “devlet erkânıdır.” Yani doğal afetler değil kapitalizm öldürmektedir. Çünkü gelişen teknoloji, bilim ve modern tıp insanlığın hizmetine sunulduğu takdirde, doğal felaketlerin hepsini engellemek mümkün olmasa da, zararlarını en aza indirmek mümkündür.

Güvenceli, depreme ve felaketlere dayanıklı malikânelerde yaşayanlar için 17 Ağustos’un tek bir anlamı olabilir. Yaşanacak böylesi büyük felaketlerin yaratacağı toplumsal tepkiye şimdiden hazırlıklı olmak. En büyük endişeleri budur. Silah tekellerinin karlı çıktığı haksız savaşlar ile ceset torbalarının rağbet göreceği bir felaket arasında onlar için özde bir fark yoktur. Yeter ki düzenlerini tehlikeye sokan bir başkaldırı olmasın. Onların en büyük korkusu budur. Deprem üzerindeki bu duyarsızlığın ve ilgisizliğin başka hiçbir mantıklı açıklaması yoktur.

O halde kırılan fay hatlarından oluşacak derin çatlaklar bize mezar olmadan önce biz kapitalizmi mezara gömelim. Çünkü herkesin ihtiyacına uygun, sağlıklı, depreme ve doğal felaketlere dayanıklı konut, yaşanılabilir bir kent ve insanca bir yaşam ancak sosyalizmle mümkündür.

Yoksa Nazım’ın dediği gibi; “Bir şehir vardı. Yeller eser yerinde. Beş şehir vardı. Yeller eser yerinde. Yüz şehir vardı. Yeller eser yerinde. Yok olan şehirlere şiirler yazılmayacak. Şair kalmayacak ki.”