“Hayat eve sığar”, “Evden çıkmayın!”
Bu sözler şirkete dönüştürülmüş bir devletin en üst yöneticilerinden...
Aslında tam da özüne uygun hale getirilmiş bir devlet; sermaye devleti.
Patronları bakan, yönetim kurulu başkanı da cumhurbaşkanı olan bir devlet; Taşeron Cumhuriyeti A.Ş.!
Dünyamız büyük bir tehlike altında. Tehlikenin adı şu günlerde anlatıldığı gibi koronavirüs değil insanı, hayvanı, doğayı tüm ekolojik düzeni hiçe sayan bu kapitalist düzendir en büyük tehlike!
Nasıl mı?
Kâr hırsı için makina çarklarında işçileri öğütür, açlık sınırının altında asgari ücrete mahkûm ederler. Pazar alanlarını genişletmek için de halkların üzerine bomba yağdırırlar. Bunu yaparken dil, din, ırk ve mezhepleri ayrıştırırlar. Yetmez, tüm doğa güzelliklerini de rant için talan ederler. “Namus” derler, kadın cinayetlerini meşrulaştırırlar.
Kim bunlar? Kapitalistler!
Sorunun kaynağına değindikten sonra konumuza dönelim.
Doğudan batıya, kuzeyden güneye onlarca ülkede yüzbinlerce vaka olduğu söyleniyor. On binlerce insan ise koronavirüs denen salgın hastalık sonucu yaşamını yitirdi. Peki, bu on binlerce insandan hangisinin fabrikaları, inşaatları, dünya pazarında yeri var? Kaç tanesi dolar milyarderi?
Tıpkı savaşlarda, iş cinayetlerinde, kadın cinayetlerinde gördüğümüz gibi, salgın hastalıklardan ölümlerde de sınıfsal bir ayrım var. Patronlar vaka sayıları arasında yer alsalar da ölüm listelerine girmekten kurtuluyorlar.
Deniyor ki, ‘bu salgın bağışıklık sistemi zayıf olanı yıkar.’ Bağışıklık sistemi ise stresten uzak olma, dengeli beslenme ve düzenli uyku ile güçlendirilir.
Bugün Türkiye'de 10 milyon işçi, açlık sınırının altında asgari ücretle yaşamaya mahkûm ediliyor! Yüzbinlerce işçi ise 12 saatlik vardiya sisteminde geceli-gündüzlü çalıştırılıyor! Nasıl olacak da bağışıklık sistemimiz çok güçlü olacak? Bir de bizi açlık sınırının altında geceli-gündüzlü çalıştıranları düşünelim; onlar nasıl yaşıyor?
İnsanların sokaklarda öldüğü şu günlerde dahi bu alçak kapitalistler, kârlarını düşünüyorlar. Koronavirüsten kaynaklı ölümlerin de sınıfsal olduğunu işte buna dayanarak söylüyorum.
Park-bahçelerden sinema-tiyatro salonlarına, mağazalardan AVM’lere, kafelerden statlara, kıraathanelerden camilere, kütüphanelerden okullara kadar pek çok yer kapatılmışken fabrikalar ne durumda? Küçük bir kısmı kapattı, ama nasıl? Krizlerde ve savaşlarda olduğu gibi faturayı işçilere yıkarak; işçilerin yıllık izin haklarına saldırarak, ücretsiz izne göndererek...
Ben ve daha birçok işçi kardeşim ise bu ortamda hâlâ çalıştırılıyoruz. Kimimiz “iğreti önlemlerle”, kimimiz ise bundan da yoksun koşullarda...
TC. A.Ş demiştim. Bir örnek vereyim.
Peş peşe teşvikler, indirimler, destekler açıklanıyor. Kime? Patronlara!
Dünya pazarında yeri olan “benim patronum” ne diyor?
“Pazarda iyi yer tuttum, üretimi durduramam.”
İğreti önlemlerle üretimi devam ettiriyor, saldırmaya da devam ediyor. Fabrikayı hafta içi ilaçlatıp, hafta sonu da telafi çalışması dayatıyor.
Bu yalnızca benim çalıştığım fabrikada değil. Bugün zorunlu olmadığı halde çalışılan bir dizi fabrikada da durum böyledir. Onlar için bizim canımız, sağlığımız kârlarından sonra gelir.
Patronlar ve onların devleti aslında kendilerine yakışanı yapıyorlar. Sorun, bizim kendimize yakışanı yapmayışımızda. Canımız, sağlığımız, geleceğimiz ve onurumuz için örgütlenmeyip, mücadele etmedikçe de türlü türlü vesilelerle bu tip durumları yaşarız.
Bugün biz işçilere düşen:
Kârlarınız değil, canımız önemli deyip, birlik olmaktır! Zorunlu olmayan işlerde üretimi durdurmak, zorunlu olanlarda ise gerekli önlemlerin alınmasını ve çalışma sürelerinin kısaltılmasını haykırmaktır!
Yıllık izin haklarımıza saldırmalarına izin vermemek, ücretsiz izni de asla kabul etmemektir!
Esnek çalışma dayatmaları ile kısa çalışma ödeneğine asla izin vermemektir!
“Koronavirüse karşı ücretli izin” talebimizi yükseltmektir!
Tabii bunlar da bugün için kurtarıcı olabilir. Kalıcı olarak kurtulmanın yolu ise, sermayenin sömürüsüne son verip işçi sınıfının iktidarını kurmaktan geçer!
İkitelli'den bir metal işçisi