İçinde bulunduğumuz dönemde, kısa süreliğine de olsa bir fabrikada çalışmak, ücretli köleliği görmeyi ve bir fikir edinmeyi sağlayabiliyor. Çalıştığım fabrika, kimya ürünleri üreten bir fabrikaydı. Çalışma koşulları son derece ağır ve insanı yıpratan türdendi. Eski ve dökülmüş makinelerin başına konuluyor, bu makinelerden nitelikli ürünler çıkarmamız isteniyordu. Oysa makineler yıpranmıştı ve bu haliyle istenilen ürünleri tamamlamamız günlerimizi alıyordu. Bu da haliyle bir işkenceye dönüşüyordu zamanla.
Fabrikada toplam çalışan sayısı 20, işçi sayısı ise 7 idi. Aslında çalışması gereken işçi sayısı 15-20 olmalıydı. İşçi sayısının az olmasından kaynaklı işçilere düşen görev sayısı, kendi işleri ve günlük görevleri harici 2-3 katına çıkabiliyordu. Çalıştığım süre boyunca bu sorun belirli aralıklarla şikayete konu olmasına rağmen idare kısmından pek ses seda çıkmadı. İşler yoğunlaştığı esnada iki işçi alımı yapılmıştı ancak onlar da şartları duyduktan sonra bırakma kararı almışlardı.
Servis ve yol parası verilmiyordu. İki durak değiştiren işçilere rağmen, fabrikanın 5 dakika ötesindeki durağa şirket arabasıyla bırakıldığımız bahanesiyle yol parasını alamıyorduk. Gün içinde ayaklarımız tutmayacak halde çalışmamıza rağmen, idaredekiler öyle bir bahaneye başvurabiliyorlardı. Bu sorun da iletildi fakat müdür, “geçinemiyoruz” gibi bir bahane üretti. Patronun kâr payından düşülmemesi için, bizlere yol parası çok görülmüştü.
Fabrika kimya üzerine olduğu için, üretim esnasında yoğun hammadde kokusuna maruz bırakılıyorduk. Bu koku hem bizi gerçekten rahatsız ediyordu hem de çalışmamıza engel olabiliyordu. Yani kısaca, çalışırken zehirleniyorduk. Bir adet gaz maskesi vardı, onu da üretim yapan işçiler kullanıyordu. Kendi önlemimizi ise toz maskeleri, eldiven vs. ile almaya çalışıyorduk. Kullandığımız maske ve eldivenle zehirlenmemize engel olmak istiyorduk fakat hiçbir işe yaramıyordu. Bazen, yemek sırasında yediğimiz yoğurtlar ile çare arıyorduk.
Panoya bir adet disiplin kuralları listesi asılmıştı. Liste toplam 10 maddeden oluşuyordu. Özetlemek gerekirse, bu fabrika sınırları içinde olduğumuz süre zarfında, patrona itaat etmemiz, yoksa kapı dışarı edilebileceğimiz yazıyordu. Yani ya patrona boyun eğecektik ya da kapı dışarı edilecektik. En önemli madde ise, haklarımızı savunmamızın “bölücü faaliyet” olarak gösterilmesiydi. Haklarımızı korumak “bölücülük” olarak adlandırılıyordu, diğer fabrikalarda ve bu ülkede olduğu gibi.
Çalıştığımız esnada bazen müdür kontrole gelip, bizi daha fazla çalışmamız için uyarıyordu. İşler bittiğinde, soluk aldığımızda ise “burada ne bekliyorsun, git çalış” deyip, tehditler savurabiliyordu. Fabrikada iki farklı sınıfın olduğu hissediliyordu. Biz işçiler, birer köleydik patronlar için. Ezilmemiz, daha fazla kâr getirmemiz gerekiyordu…
İki farklı sınıf olduğunu hissetmek derken, aynı zamanda işçilerin yaşanan bir sorunun ardından kolayca birlik olabilmelerini de kast ediyorum. Belki, bu fabrikada az kişi çalışmamızdan kaynaklanıyor diye düşünülebilir. Fakat çoğu küçük ölçekli fabrikalarda patron, işçilere kendini yakın hissettirdiği için birlik kavramından söz edilemeyebiliyor.
Ben, yaşadığım bir sorun esnasında işçilere danıştım. Onlar ise, “birlik olursak çözebiliriz” demişlerdi. Bu, benim için oldukça manidar bir cümle oldu. Çünkü işçi sınıfının bugünkü tablosuna baktığımızda, sığ düşüncelerle bölünmek istenen bir sınıf gerçeği göze çarpıyor. Bu küçük işletmede birlik vurgusunun yapılması, çok da önemli bir nokta bile sayılmazdı. Ancak bu kölelik düzeninin prangası altında yaşayan işçilerin, bu bilinçte olması gerçekten umutları yeşertmeye yeterliydi.
Bu sömürü düzenini yıkabilmek için, işçi sınıfının kölelik zincirlerini parçalaması gerekiyor. İşçilerin yıllar önce canlarıyla ve kanlarıyla kazandıkları haklar, bugün gasp edilmek istenmektedir. Karşısında burjuvazi ve sendikal bürokrasi gibi engeller bulunsa dahi, birlik olup mücadele etmek işçi sınıfı için bir mevzi yaratacak ve sınıfsal bir mücadele zemini oluşturacaktır.
Tarih bir lokomotif gibi ilerliyor. Bu dönem, işçi sınıfı hareketi için durgun dahi olsa, deneyimler ışığında bunun sadece fırtına öncesi sessizlik olduğunu görüyoruz. Tarih, lokomotif gibi ilerlerken, işçi sınıfını göreve çağırıyor.
Birlik, güçlendirir…
Çorlu’dan bir DGB’li