Hayat pahalılığı, işsizlik, sömürünün derinleşmesi, baskı, hak ve özgürlüklerin gasp edilmesi gibi saldırılar katmerlenerek büyüyor. Derin bir kriz yaşanıyor. Ve sermaye sınıfı bu krizin faturasını işçi sınıfı ve emekçilere çıkarmak için her şeyi yapıyor.
TÜPRAŞ’ta son yaşanan işten atma saldırısı hiç şüphe yok ki alanda faaliyet yürüten sınıf devrimcilerinin sık sık altını çizdiği gibi Koç sermayesinin bazı özel planlarına dayanıyor. Ama son tahlilde bu saldırı da toplam tablonun bir parçası. TÜPRAŞ’ta yaşanan sürecin kendine has özgünlükleri ne olursa olsun, gerçekleşen saldırı ve buna karşı üretilen ve üretilemeyen yanıtlar yalnız TÜPRAŞ işçisi için değil, toplam sınıf mücadelesi için de önemli dersler içeriyor…
Bunlardan ilki şudur. Tablo göstermektedir ki sendikal bürokrasi artık kendi varlığını tartışmalı hale getirebilecek saldırılara karşı bile bir şey yapabilecek takat ve inisiyatiften tamamen yoksun bir haldedir. TÜPRAŞ gibi stratejik bir işletmede bile işçilerin çalışma hakkını koruyabilmek şöyle dursun, daha basit bir saldırı ile karşılaştığı zaman bile boyun eğmek dışında ne yapacağını bilemez durumdadır. Yılları bulan işbirlikçi-uzlaşmacı çizginin ürünü olan bu sonuç, kısmı değişiklerle değil ancak “eski düzen” ve ona bağlı davranış ve algıların yerle bir edilmesi ile değiştirilebilir. Bunun dışında bir yol yoktur.
Sendikanın bir anda büründüğü panik havasından anlaşılabileceği gibi yalnız bizler değil sendika ve öncü işçiler de yapılan saldırının bir “işaret fişeği” anlamına geldiğinin farkındadırlar. Ama Petrol-İş Aliağa Şubesi’nin başı-sonu, hedefi belli olmayan tepkisi dışında neredeyse hiçbir şey yapmamışlar/yapamamışlardır (tabii yalnız onlar için değil tüm bürokratik kastın “temel mücadele biçimi” haline gelen görüşme diplomasisi ve bunun ürünü kendinden menkul sayı pazarlıkları sayılmazsa.)
İkinci olarak kuvvetle altı çizilmesi gereken diğer bir gösterge, derinleşen ekonomik krizin ve bunun yıkıcı sonuçlarının her geçen gün bürokratik sendikal anlayışı daha çok sıkıştırmaya başladığı gerçeğidir. Eğer bu böyle olmasa ve buradan bir basınç görmeseler, bu bürokratik beylerin bu kadarını bile yapmak gibi bir dert ve kaygısı olmazdı. Ama büyüyen sorunlar, artan saldırılar, buna karşı sendikaların içinde bulunduğu teslimiyet, her geçen gün işçilerin daha çok tepkisini çekmekte, bu tepki sendikalara olan mevcut güvensizliği daha da derinleştirmektedir. Bugün durum kendini “bu sendikalarla bir şey yapılamaz” biçiminde ortaya koysa da sendikal bürokrasiye karşı topyekûn bir “isyanın” dayanakları her geçen gün biraz daha güçlenmektedir.
Üçüncü olarak üzerinde durulması gereken konu, sol hareketin ve toplumsal muhalefetin bu sendikal düzenle ilişkileri alanıdır. Her ne kadar özellikle son yıllarda sendikal bürokrasinin sınıf hareketinde yol açtığı tahrifatın kavranması konusunda sol hareket ve toplumsal muhalefet güçlerinde bir ilerleme var gibi görünse de TÜPRAŞ sürecinin de bir kez daha örneklediği gibi bu algı yanıltıcıdır.
Sendikal bürokrasinin fabrika temsilciliklerine hatta öncü işçilere kadar yayılan “tutum, davranış ve bir mücadele algısı” olduğu gözden kaçırıldığında hiçbir gelişme gerçekte tam yerli yerine oturtulamamaktadır. Ya doğrudan sendikal mücadelenin muazzam anlam ve önemi görmezden gelinmekte ve bugün işçilerde yaygın olan sendikal örgütlenmeye güvensizlik desteklenmektedir ya da sendikal bürokrasinin yol açtığı tahrifatın kapsamı gözden kaçırılarak ortaya çıkan her türlü itiraza olmadık misyonlar yüklenmektedir. TÜPRAŞ sürecinde bunun en uç örneğini alt kademe sendikal bürokrasiden umudunu bir türlü kesemeyen -zira sınıf çalışması zaten ona dayanmanın ifadesi olan- EMEP oluşturdu. EMEP'in yayınlarını izleyenler ortada ihanetçi bir genel merkeze karşı bayrak açan bir şube yönetimi önderliğinde büyük bir taban kalkışması yaşandığını düşünmeleri muhtemeldir.
Tüm bunların anlattığı temel gerçek, sınıfın yeni bir sendikal örgütlülüğü mevcut olanla ancak çatışa çatışa ve onu pratik olarak aşarak yeniden inşa edebileceği gerçeğidir. Ama bu sadece beslendikleri düzen nimetleriyle saltanat süren bir dizi satılmış işbirlikçiye karşı mücadele ederek başarılamaz. Karşımızda alt kademe yöneticilere, fabrika temsilcilerinden öncü işçilere, oradan sınıfın toplam kitlesine zaman içinde kabul ettirilmiş işleyiş ve mücadele algılarına dayanan bütünlüklü bir sistem vardır. Bu sistemin kendisini ve sınıf mücadelesini felç eden etkisini kırmak için güçlü bir siyasal mücadele vermek, öncelikle bu etkinin kitlesel dayanağı olan “bugünkü koşullarda bu kadar yapılabiliriz, gerisi macera olur” türü algı ve yaklaşımlarla hesaplaşabilmek gerekir. * Bu da ancak sınıfa daha güçlü, kapsamlı ve bütünlüklü bir siyasal müdahale ile sağlanabilir.
Sendikal hareketin sorununu ve bunun en önemli nedenlerinden biri olan sendikal bürokrasinin etkisizleştirilmesi görevini sadece sendikal hareketin içinden bir müdahale sağlayamayız. Zira sendikal bürokrasinin en önemli rolü sınıf kitlelerinin bilincini bulandırmak ve böylece onları mücadeleden alıkoymaktır. Bu yüzden, bir yandan daha demokratik, daha mücadeleci fiili-meşru mücadeleyi esas alan “sınıfa karşı sınıf “duruşunu kendine düstur edinmiş bir sendikal anlayışın propagandasını yapıp bunu ilmik ilmik örerken, öte yandan sınıfın ancak kendi bağımsız siyasal örgütlenmesiyle birleşerek karşı karşıya kaldığı çok yönlü saldırılara karşı direnebileceğinin gerçeğinden hareketle fabrikalara dönük politik müdahalemizin kapsam ve derinliğini geliştirmeyi başarabilmeliyiz.
* Petrol-İş Aliağa Şube Başkanı’nın eylemlerin başında ifade ettiği “Mücadele edeceğiz ama üretime dokunmayacağız”, “devletle-polisle karşı karşıya gelmeyeceğiz” söylemlerinin tabandaki işçiler tarafından çoğunlukla kabul görmesi, söz konusu algıların neler olduğunu ve işçilerin bilincinde nasıl yankılandığını göstermesi bakımından bir başka örnektir.