Sanatı ve yaşamıyla yiğit bir devrimci: Yılmaz Güney

Yılmaz Güney, “bereketli topraklar üzerinde” doğup gelişerek, ailesinden aldığı emekçi kimliğiyle, yaşadığımız sistemin değişmesi gerektiğini sözleriyle, eylemiyle, sanatıyla hep dile getirmiş, bu uğurda karşılaştığı her zorluğa karşı direnerek, mücadelesini son nefesine kadar sürdürmüştür. Yılmaz Güney, işçi sınıfının devrimci sanatçısı olarak daima mücadelemizde yaşamaya devam edecek.

  • Kızıl Bayrak yazıları
  • |
  • Kültür-sanat
  • |
  • 09 Eylül 2024
  • 08:00

Yılmaz Güney’in ölümünün 40. yılında 2019’da Kızıl Bayrak’ta yayınlanmış yazıyı okurlarımıza sunuyoruz…

Devrimci sanatçı Yılmaz Güney’in ölümünün üzerinden 35 yıl (2019) geçti. Yılmaz Güney’in sanatını ve yaşamını devrimcileştiren; devletin onca baskı, tutuklama, sürgün saldırılarına rağmen onun devrimci kimlikte ve mücadele anlayışında ısrar etmesini sağlayan; Yılmaz Pütün’ü Yılmaz Güney’e dönüştüren koşullar nelerdir sorusunun cevabı, Yılmaz Güney’in doğduğu topraklarda, ailesinin sınıfsal yapısında, yaşamındaki zorluklara karşı mücadelesinin yarattığı kimlikte yatar.

Yılmaz Pütün, Adana-Yenice köyünde, Siverekli bir Zaza baba ile Vartolu bir Kürt annenin çocuğu olarak, topraksız-yoksul köylü bir ailede dünyaya gelir. Çocuk yaştan itibaren yeri gelir ırgatlık yapar, yeri gelir çobanlık, yeri gelir simit satar. Çocuk yaşta toplumdaki adaletsizliği, eşitsizliği fark ederek içinde öfke biriktirir. Açık hava sinemaları ve beyaz perde Pütün’ün çocuk yaşta ilgisini çekmiştir. Ayrıca edebiyata da ilgi duymaktadır. Sinema afişleri taşır, sinema duyuruları yapar, film bobinleri taşır, makinist yardımcılığı yapar.

Lise yıllarında Doruk isimli bir sanat dergisi hazırlayan Pütün, böylece sanat yaşamına ilk adımlarını atmaya başlar. 1955’te yazdığı “Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri” başlıklı öyküsünde komünizm propagandası yaptığı gerekçesi ile hakkında dava açılır ve 1,5 yıl hapislik sonrası 6 ay kalacağı Konya’ya sürgüne gönderilir. Komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle soruşturma, hapis ve sürgün saldırılarına maruz kalan Pütün, ne anlama geldiğini bilmediği “komünizm”in ne olduğunu öğrenmeye çalışır.

Devletin “sakıncalı” listelerine alınan ismi nedeniyle bundan sonra yazılarında “Güney” soyadını kullanır.

1957’de Atıf Yılmaz ile tanışması sonucu sinema alanıyla daha ileriden ilgilenme imkanı bulur. İlk filmlerinde kabadayılığı öne çıkarırken, daha sonraları filmleri giderek politikleşir. Filmlerinin konularını yaşamından, hayatın gerçeklerinden beslemeye başlar. Yılmaz Güney’e göre, “Devrimci sanat, halkın yaşamını, halkı ezen sınıf baskılarını, bu baskılara karşı halkın mücadelesini, yeni bir topluma duyduğu özlemleri, ezen sınıflara duyulan kini, nefreti temel almalı, onların devrimci mücadele ruhunu geliştirmeli, halk kahramanlığını, halk için fedakârlık ruhunu derinleştirmeli, olumlu ve olumsuz insan örneklerini karakterize ederek mücadeleyi bütün boyutlarıyla konu edinmelidir.”

Düşünceleri sebebiyle Güney bundan sonra devletin hedefi olmaktan kurtulamamıştır. Yaşamı hapishanelerde, sürgünlerde geçer. Türkiye’de 25 hapishane gezer, en çok da polis defterlerine imza atar.

Türkiye’de toplumsal uyanışın yükseldiği dönemlerde yaşayan Yılmaz Güney, mücadeleye, devrimci harekete uzak kalmaz, mücadeleyi destekleyen bir tutum içerisinde olur. Marksizm’i araştırarak, bu dünya görüşünü sahiplenerek, Türkiye siyasi tarihini de bu görüş üzerinden değerlendirmeye çalışır. Sanat anlayışı da bu dünya görüşüne dayanır. Bu konuda şöyle demektedir:

Toplumun objektif tanımlanması, sadece eleştirel gerçeklik yeterli değildir. Devrimci sanat, toplumun gelişen güçlerinin sanatıdır, bu güçlerin gelişmesini ve mücadelesini sergilerken, aynı zamanda yol gösterici olmalı... Devrimci sanat, devrim güçlerinin yarına duydukları inancı pekiştirirken, devrimin önündeki zorlukları da objektif olarak belirtmelidir.”

Özellikle 1970’li yıllar ve sonrasında Güney’in filmleri toplumsal gerçekliklere dayanan politik filmler olmuştur. Güney sineması, işçi ve emekçilere onların yaşamını çarpıcı bir şekilde anlatarak, toplumu kendi yaşam gerçeği ile yüz yüze getirmeye çalışmıştır. 1970 yılı yapımlı “Umut” filmi için, “Köylümüz darda kaldığında elini havaya açar, havaya bakar, havaya konuşur. Ama ürünü topraktan, toprağı işleyerek, toprağın kahrını çekerek alır. Bitkilerin, ağaçların kökü topraktadır, havada değil. Din kitaplarında, kökü havada olan ağaç resimleri vardır. Oysa asıl dayanağımız kendi toprağımızdadır. Hava havadır. Umut dışta değil, içtedir. Umut kendi toprağımızda ve kendi halkımızdadır” demektedir. Sınıfsal eşitsizlikleri, köylülüğün çözülürken kapitalist ilişkilerin geliştiğini, işçi sınıfının sahnede belirmeye başlayacağını Umut filminde göstermiştir.

Yılmaz Güney, 1971 yılında gözaltına alınır ve 3 ay Nevşehir’e sürgüne gönderilir. ‘72’de THKP-C üyelerine yardım ve yataklıktan yargılanıp 10 yıl ağır hapisle sürgün cezasına çarptırılır. 1974’te aftan yararlanıp çıkar. Adana’da bir savcının öldürülmesi olayından 19 yıl hapse mahkum edilir. 5 yıl yattıktan sonra 1981 yılında izinli çıktığı Isparta Yarı Açık Hapishanesi’nden yurtdışına kaçar.

Fransa’da üç sene yaşar. Yılmaz Güney burada “Duvar” adlı filmini çeker. Bu filmde ‘80 darbesi ile birlikte Türkiye’deki hapishane gerçekliğine dikkatleri çekerek, yapılan zulümleri beyaz perdeye taşır. Türkiye’nin duvarlarının yıkılması için mücadeleye devam eder. Ancak Türkiye hapishanelerinden miras mide kanseri nedeniyle 9 Eylül 1984 tarihinde yaşamını yitirir. Mezarı Paris’te, Komün savaşçılarının bulunduğu Père Lachaise’de bulunmaktadır.

Yılmaz Güney, “bereketli topraklar üzerinde” doğup gelişerek, ailesinden aldığı emekçi kimliğiyle, yaşadığımız sistemin değişmesi gerektiğini sözleriyle, eylemiyle, sanatıyla hep dile getirmiş, bu uğurda karşılaştığı her zorluğa karşı direnerek, mücadelesini son nefesine kadar sürdürmüştür. Yılmaz Güney, işçi sınıfının devrimci sanatçısı olarak daima mücadelemizde yaşamaya devam edecek.