“Biz, yiğitlikleriyle destanlar yazmış bir halkız, ve önümüzde duran bütün güçlükleri yenecek azme ve güce sahibiz. Türk, Acem ve Arap devrimci demokratları, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkının en candan savunucuları olarak bu kavganın bir parçasıdırlar. Ezilen sınıfların kardeşliği en güçlü silahımızdan biridir. Dost ve düşman herkes bilsin ki kazanacağız… Mutlaka kazanacağız… Bir köle olarak yaşamaktansa bir özgürlük savaşçısı olarak ölmek daha iyidir…”*
Devrimci sanatçıların yetiştiği en bereketli topraklar hiç kuşkusuz Çukurova olmuştur. O bereketli toprakların devrimci sanatçılarından birinin, yaşamını yoksul halkın sesini duyurmaya adamış Yılmaz Güney’in ölümsüzlüğünün 37. yılındayız.
Onun hikayesi 1 Nisan 1937 tarihinde Yılmaz Pütün ismi ile, resmi kayıtlarca Şanlıurfa’da, kendi anlatımı ile Adana’nın Yenice ilçesinde başladı. Kürt ve Zaza kökenli, yoksul köylü bir ailenin ikinci çocuğu olarak dünyaya geldi. Adana’da büyüdü. Yoksul bir ailede büyümenin doğal bir getirisi olarak küçük yaşta çeşitli işlerde çalıştı. Adana Lisesi’ni bitirdi. Edebiyata ilgiliydi, henüz lise sıralarındayken yazmaya başladı. Bu yıllarda “Doruk” isminde bir dergi hazırladı. Edebiyata daha yakın olabilme düşüncesi ile lisenin ardından kazandığı Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bırakıp, İstanbul Üniversitesi’nde İktisat Fakültesi’ne yazıldı.
Bir röportajında henüz 1950’li yılların başında politik bir arayışa girdiğini söyleyen Güney, bu arayışın bir sonucu olarak edebiyata yöneldiğini ifade eder. O dönem şiirleri yasaklı olan Nazım Hikmet’i, İngiliz, Amerikan ve Fransız edebiyatını okudu. Üniversite yıllarında Yaşar Kemal’in aracılığı ile Atıf Yılmaz ile tanıştı ve asistanlığını yapmaya başladı. Lisedeyken yazdığı ve “On Üç Dergisi”nde yayımlanan “Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri” adlı bir öyküsünde komünizm propagandası yapmaktan 1,5 yıl hapis, 6 ay Konya’da sürgün cezası aldı. Bu onun yazdığı ilk kısa öyküydü ve Güney’in hapishane ile de ilk tanışma nedeni oldu.
Yılmaz Güney’in hapishane yılları belki de en çok üretim gerçekleştirdiği yıllardı. Güney için hapislik yılları hem teorik gelişim için bir okula dönüştü hem de kitaplarını, makale ve film senaryolarının bir kısmını buralarda kağıtlara döktü. 1963 yılına kadar Orhan Kemal Roman Armağanı’nı kazanan kitabı Boynu Bükük Öldüler’i yazdı. Kitabı yazarken hapishanede yaşadığı koşulları şöyle tarif ediyordu:
“Nevşehir Cezaevinde, siyasiler koğuşunun en dip köşesinde, rutubetli bir duvara komşu bir ranzada, geceli gündüzlü on altı aylık bir çalışmanın ürünüdür. Ranzamdan hiç indirmediğim küçük bir masam vardı. Yatma zamanı gelince, ayakucuma çeker, ayaklarımı altına sokar uyurdum. Çoğunlukla, anlattığım insanları görürdüm düşlerimde, onlarla yaşardım.”
Sayısız eserler ile girdi hayatımıza Yılmaz Güney. Romanlar, denemeler, makaleler ve filmler... Salpa, Hücrem ve Sanık isimli romanları da hapishane koşullarında kaleme aldı. 1974 yılında ikinci defa hapishaneye girdiğinde, kendisinin bizzat tanık olduğu ve çocuk tutukluların başını çektiği isyanı “Soba, Pencere Camı ve İki Ekmek İstiyoruz” adlı romanı ile ölümsüzleştirdi. Bu eseri ile tutuklu çocukların sesini ve isyanını tüm dünyaya duyurdu. Romanlarında geçen olayları her zaman neden-sonuç ilişkisi ile işledi. Toplum tarafından dışlanan, hor görülen insanları, sınıfsal farklılıkları gözler önüne serdi. Yirmiden fazla eser yayınladı.
Yılmaz Güney’in topluma vermek istediği mesajlar için kullandığı en etkili araç, hiç kuşkusuz sinema idi. 1984 yılındaki ölümüne dek uzanan o kısa zamanda yüzden fazla filmde senarist, oyuncu, yönetmen ve yapımcı olarak emeğini ortaya koydu. O bu yola henüz ilkokula giderken, film bobinlerini bisikletiyle oradan oraya taşıyıp, film afişlerini panolara asarken çıktı. İlk rol aldığı filmlerinde “Kabadayı” rolleri ile tanınırken kısa bir zaman sonra çektiği ve rol aldığı filmler, yoksul halkın sesi-soluğu olmaya başladı. Filmlerinin bir kısmını hapishaneden firar edip gittiği Fransa’da çekti.
Sanatın ve sanatçı olmanın içinin boşaltıldığı, toplum için sanatın bir kenara itildiği günlerden geçiyoruz. Yılmaz Güney ise yıllar önce gerçekleştirdiği bir röportajında, topluma dair hissettiği sorumluluğu anlatırken adeta günümüze ışık tutuyor:
“Halkımı seviyorum. Halkı sevmek, içinde bulunduğumuz zor günlerin sorunlarına ciddiyetle eğilmemizi emrediyor. Ben, ülkemin tüm sorunları üzerine düşünmek, araştırma yapmak, gerekli kitapları okumak, bazı konularda yazı yazmak, günlük siyasal ve toplumsal gelişmeleri izlemek zorunda olan ve kendisini geleceğin daha zor, daha karmaşık sorunlarına hazırlamakla yükümlü, siyasal yanı ağır basan bir sanatçıyım. Ne düşündüğü, ne söylediği, milyonlarca insan tarafından merakla izlenen bir insan, bu öneme uygun bir ciddiyetle çalışmasını sürdürmek zorundadır.”
Yılmaz Güney’e dair yazılan birçok yazıda onun üç özelliğinden bahsedilir. Sinema, edebiyat ve siyaset olarak üçe ayrılan bu özellikler hep birbirinden ayrı ve kopuk bir şekilde ele alınır. Halbuki onun yaşamına bütünlüklü bakmak bu üç özelliğin onun hayatında birbirinden kopuk olmadığını gözler önüne serer. Yılmaz Güney bir röportajında adeta bu durumu fark etmiş gibi konuşur:
“Sanatsal çabalar, çalışmalar, sınıf mücadelesinden ve bunun bir ifadesi olan siyasal mücadeleden kopuk ele alınamaz. Ben bir kavga adamıyım, sinemam da bir kavganın, halkımın kurtuluş savaşının sinemasıdır. Bugüne kadar, gücümün ve bilincimin elverdiği oranda kavganın içinde yer aldım. Bu nedenle, sanatçı kişiliğimin yanında siyasi bir kişiliğim de var ve bunlar birbirinden ayrı değildir.”
Yılmaz Güney’in 47 yıllık kısa yaşamı, yoksul halkın sesini duyurabilmek, bozuk düzeni değiştirebilmek için mücadeleyi sonuna kadar sürdürmekle geçti. Bu süreçte devletin baskı ve tutuklamalarından kendisine biçilen payı büyük bir cesaret ile göğüsledi. Eğilmeden, bükülmeden onurlu bir davanın neferi oldu. Elindeki tüm imkanları insanlık mücadelesini daha da ileriye götürebilmek için kullandı. Yılmaz Güney 1984 yılında Fransa’da, Türkiye vatandaşlığından çıkarılmış bir şekilde, mide kanserinden kaynaklı yaşamını yitirdi. Türk sermaye devletinin hapishanelerindeki insanlık dışı koşullara yıllarca maruz kalması sonucu mide kanseri olmuştu.
Yılmaz Güney’i ölümsüzlüğünün 37. yılında bir kez daha saygı ve özlem ile anıyoruz.
“Her şeye rağmen düşmana inat yaşayacağız. Yarın bizim çünkü... Biz öleceğiz ama çocuklarımız, Bırakacağımız mirası taşıyacaklar yüreklerinde... Ve onların yürekleri bizim altında ezildiğimiz korkuları taşımayacak...”
M. Nevra
* Yılmaz Güney’in, 18 Mart 1984 tarihinde Paris Kürt Enstitüsü tarafından düzenlenen Newroz programında, halkın karşısında gerçekleştirdiği son konuşmasıdır.