25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele Günü’nü geride bıraktık. 25 Kasım, geçtiğimiz yıllara nazaran daha fazla toplumun gündemine oturdu. Burjuva devlet kurumlarından futbol kulüplerine, okullardan fabrikalara kadar her yerde bu gündem ele alındı. Kuşkusuz ki kadına yönelik şiddetin genel planda artışı ve yarattığı basınç sonucu herkes konuya dair söz söylemek zorunda kaldı.
İşçi sendikaları ve konfederasyonlarının her biri de 25 Kasım günü bir tutum ortaya koydular. Mevcut sendikalar cephesinde konuyla ilgili eylem ve etkinliklerde geçtiğimiz yıllara göre görünür bir şekilde artış yaşandığı gözlendi. Hemen hemen hepsi, yaptıkları açıklama ve toplantılarla “kadına yönelik şiddeti” protesto ettiler. Merkezi kadın komisyonu/komitesi olanlar etkinlikler düzenlediler. Kadına yönelik şiddete karşı projelerini ilan edenler de oldu, etkinlikleri işyerlerine taşıyanlar da…
Sendikaların “kadına yönelik şiddete” karşı eylem ve etkinliklerine baktığımızda, sendikalara hakim olan bürokratik, icazetçi, erkek egemen algı ve anlayışın değiştiğini söyleyebilecek durumda değiliz. Ancak bu denli artış sergileyen tepkinin gerisinde, kadın sorununun ve kadına yönelik şiddetin toplum ölçeğinde artması ve buna karşı göstermelik de olsa “söz söyleme” gereği yatıyor. Zira, aynı şiddet, kendini işyerlerinde de farklı düzeylerde gösteriyor. İşgücü piyasalarında kadın işçilerin sayısı artış sergilerken, çifte ezilmişliğin bir yansıması olarak kadın işçilere yönelik cinsel şiddet, psikolojik şiddet ve mobbing ciddi boyutlarda yaşanıyor. Bu sorunlar, kadın işçilerin çalıştıkları işyerlerinde sendikaların bir gündemi olmaya devam ediyor.
Öbür yandan sendikaların, bu gündemi işlemek zorunda kalmalarının gerisinde, imzacısı oldukları uluslararası sözleşmelerin bağlayıcı hükümleri yer alıyor ayrıca. Bunların başında ILO geliyor.
ILO’nun 190. maddesi neyi içeriyor?
ILO (Uluslararası Çalışma Örgütü), Ekim Devrimi’nden sonra ve Komünist Enternasyonal’in kuruluşunun ardından, çalışma yaşamında uluslararası birtakım standartlar oluşturarak, işçi sınıfına nispi birtakım hakların verilmesini sağlayarak, devrim tehlikesini ortadan kaldırmak amacıyla kuruluyor. Bugün de mevcut sermaye düzeninin sürekliliğini sağlama hedefiyle, işçi sınıfına birtakım haklar tanımlayarak, bunu da oluşturduğu standartlar temelinde yapıyor. Sermaye sınıfı ve işçi sınıfının uzlaşısını esas alan ILO, 3’lü bileşenden (sermayedarlar, hükümetler ve sendikalardan) oluşuyor. Kuşkusuz ki, işçi sınıfının örgütlü gücü ve mücadelesi de böylesi örgütlerin alacağı kararlarda belirleyici oluyor. Örneğin, işçi sınıfı ve emekçi kitleler iktisadi ve sosyal olarak dünya çapında ağır bir yıkım içindelerken, ILO 2011 yılından bu yana herhangi bir sözleşme imzalamış değil.
Haziran 2019 yılında, ILO’nun 100. yılına denk gelen toplantısında, “iş yaşamında şiddeti ve tacizi önlemeye dair” küresel sözleşme ve tavsiye kararı, salt çoğunlukla kabul edildi. Sözleşmeye göre, işyerlerinde şiddet ve tacize dair uluslararası standartlar belirleniyor. İşyerlerinde kadına yönelik şiddet ve cinsel tacizin insan hakkı ihlali olduğunu da vurgulayan sözleşme, şiddetin önlenmesi temelinde üye bileşenlerin ve üye devletlerin sözleşmeye uygun yasal düzenleme yapmasını ve şiddete karşı önlem ve tedbirler almasını zorunlu kılıyor.
Gelin görün ki küresel sözleşme geçtiğimiz haziran ayında imzalanmasına rağmen, bu, sözleşmenin yürürlüğe girdiği anlamına gelmiyor. Ki bunun için 2 üye devletin imzalaması ve bunun üzerinden de 12 ay geçmesi gerekiyor. Yani 2 devletin imzalayacağının da hiçbir garantisi bulunmuyor.
Dolayısıyla, çoğu sendika yönetimlerinin kadına yönelik şiddetle ilgili yaptıkları, ILO sözleşmesi gereğidir. Şiddet ve tacize karşı önlem alınması gerekirken, gününde birtakım açıklamalar yapmak sınırında kalınıyor.
Kadına yönelik şiddete karşı ne yapmalı?
Sınıftan kopmuş, sınıfın sorunlarına yabancılaşmış sendikal bürokratik çarkın, kadın işçilerin temel sorunlarından birini oluşturan şiddet sorununa karşı mücadelenin kararlı bir savunucusu olması beklenemez. Kuşkusuz ki, alınan kararların, söylenen sözlerin hayata geçirilmesinin en temel yolu, işçi sınıfının tabanda birliği ve örgütlülüğüdür.
Göstermelik de olsa, bir günle de sınırlı olsa, kadına yönelik şiddetin kadın ve erkek işçilerin gündemine girmesi, etkinliklere konu edilmesi önemlidir, ancak kadın ve erkek işçilerin bilinç dönüşümü için tek başına bir şey ifade etmemektedir.
İşyerlerinde kadına yönelik şiddete karşı mücadele, kadın işçilerin temel taleplerinden bağımsız ele alınamaz. Çalışma yaşamındaki cinsiyet ayrımcılığı ve eşitsizlik, şiddeti ve tacizi üretmektedir. İşyerlerinde kadına yönelik şiddet ve buna dönük tedbirlerin, kadın işçilerin tam hak eşitliği mücadelesinin bir parçası olarak ele alınması gerekmektedir.
Aynı zamanda şiddet sorunu özgülünde ele alındığında dahi, bu sorun işyerinin dar sınırlarına hapsedilemez. Zira, bugün kadın işçilerin yaşadığı şiddet ve mobbing, kapitalist düzenin yarattığı sömürünün ve ataerkil ilişkilerin doğal sonucudur. Ancak AKP iktidarı, izlediği kadın düşmanı politikalarla kadınlar üzerindeki bu baskıyı ve eşitsizliği artırmakta, tüm alanlarda -işyerleri de dahil- şiddet yeniden farklı boyutlarla üretilmektedir. Dolayısıyla, işyerlerinde kadına yönelik şiddete karşı çıkmak, mutlaka sermayenin vurucu gücü olan AKP iktidarının uyguladığı politikaları da karşısına almak zorundadır.
Kadın işçilerin yasal hakları her geçen gün tırpanlanırken, kırıntı düzeyinde bile haklara göz koyulurken, yasayı da aşan şekilde toplu sözleşmelere kadın işçilerin talepleri ile birlikte şiddete karşı taleplerin de konulması ve bunun için mücadele edilmesi gerekmektedir. Örneğin, Genel-İş’in örgütlü olduğu işyerlerinde sözleşmelerde, şiddet uygulayan eşin maaşının (sözleşmeye göre oranlarda farklılık var) şiddet mağduru eşe verilmesi ya da son olarak Buca Belediyesi’nin sözleşmesinde yer aldığı haliyle şiddet uygulayan işçinin iş akdinin feshedilmesi, şiddete karşı yaptırım açısından dikkate değerdir. Aynı zamanda Öz İplik-İş’in toplu sözleşme maddesi olarak kararlaştırdığı, “şiddet uyguladığı mahkeme kararları ile kesinleşmiş bir kişinin sendika ve işyeri kurullarında yer almasının yasaklanması” da şiddete karşı bir önlem olarak önemlidir.
Ancak şiddete karşı politikaların oluşturulması ve bu mücadelenin güçlendirilmesi için sendikalarda kadın komisyonlarının/komitelerinin oluşturulması önem taşımaktadır. Mevcut sendikal yapıların bu açıdan da sicilleri bir hayli kötüdür. Parmakla sayılacak kadar az sendikanın kadın komisyonu/komitesi varken, bürokratlar tarafından bazılarının da etkisizleştirilmesi, güçten düşürülmesi için pek çok şey yapılmıştır.
Özetle, kadına yönelik şiddete karşı mücadelenin belirli talepler etrafında ve belli örgütlülüklere dayanarak yürütülebilmesi, bu açıdan tedbirlerin alınabilmesi, ne bürokratların tepeden yaptıkları açıklamalarla ve verdikleri vaatlerle ne de uluslararası sözleşmelerle olanaklıdır.
Kadın işçileri sürecin öznesi yaparak, şiddete karşı mücadeleyi yürütecek temel güç ise, tabandan kurulan örgütlenmelerdir. Ötesi, 25 Kasım’dan 8 Mart’a, senede 2 gün kadın işçilerin hatırlandığı seremonilerden başka bir şey değildir.