"Yerli-milli" saray rejimi ülkeyi şeyhlere pazarlıyor

İşçi sınıfıyla emekçilerin en azından ileri kesimlerinin rejim tarafından dayatılan etnik-dinsel-mezhepsel-cinsel ayrımları ellerinin tersiyle itmeleri, sınıf kardeşliği temelinde bir araya gelip mücadele etmeleri, bu vahim gidişata dur diyebilmek için hayati bir önem taşıyor.

  • Kızıl Bayrak yazıları
  • |
  • Güncel
  • |
  • 05 Şubat 2022
  • 19:15

AKP-MHP rejiminin Körfez şeyhleri ile ilişkileri yakın zamana kadar berbattı. Katar dışındaki ülkelerle karşılıklı ağır suçlamalar yapılıyor, taraflar borazan gibi kullandıkları medya aracılığıyla birbirlerine hücum ediyorlardı. Düzeysizlikte sınır tanımayan saray beslemesi medya şeyh takımına etmedik laf bırakmıyordu.

Bazı istisnalar dışında Türkiye’de medya mafyatik rejimden besleniyor ve bir borazan olarak kullanılıyor. Ülke içinde linç kampanyalarının trollerle birlikte ilk icraatçısı olan bu medya, dış politikada da rejimin borazanlığını yapıyor. Bu medya yıllarca Körfez şeyhlerine hücum etti. Her tür küfür, aşağılama, hakaret pervasızca tekrarlanıp durdu. Bu koroya Türkiye’yi üs olarak kullanan İhvancıların (Müslüman Kardeşler) medyası da katıldı. Bu koronun karşısında ise, şeyh takımının medyası vardı. Onlar da AKP-MHP rejiminin bazı kirli işlerini yansıtıyor, ‘sarayın sultanı’ Tayyip Erdoğan’ın yayılmacı politikalarından duydukları rahatsızlığı tekrarlayıp duruyorlardı.

AKP şefinin sık sık yaptığı U dönüşleri, rejime borazanlık yapan medyayı bazen hazırlıksız yakalıyor. Dün küfür ettiklerine yarın methiye dizmek zorunda kalmak bu beselemeler için bile kolay bir şey sayılmaz. Tayyip Erdoğan Körfez Şeyhlerinin kapılarını arşınlamaya başlayınca onun borazanlığını yapan medyanın da dili değişmeye başladı. Artık şeyh takımı ‘Kral veya Emir hazretleri’ diye taltif ediliyor.

Hem mafyatik rejimin şeflerinin hem besleme medyasının en ağır ithamlara maruz bıraktığı kişi Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) fiili Emiri kabul edilen Abu Dabi Veliaht Prensi Şeyh Muhammed bin Zayed Al Nahyan’dı. Saray rejiminin iddialarına göre bu zat darbe girişiminde bulunan Fethullahçıları finanse etmişti. Yani darbe girişiminin finansörü Al Nahyan’dı. Saray medyasının ‘serbest atış’larla hedef aldığı Abu Dabi Prensi’nin önüne bizzat Tayyip Erdoğan kırmızı halı serdirdi. Düne kadar “darbe girişiminin finansörü” diye anılan kişi “Prens Hazretleri” sıfatıyla devlet töreniyle karşılaştı.

AKP şefi ile Abu Dabi Prensi arasında yapılan pazarlıkların ayrıntıları kamuoyundan gizlendi. Al Nahyan’ın 10 milyar dolarlık yatırım vadettiği söylendi. Abu Dabi’den bazı yetkililer, Türk Lirasının hızla değer yitirmesi sonucunda yeni fırsatların doğduğunu, bir takım malları ucuza alabilmek için yatırım yapacaklarını basın karşısında büyük bir pişkinlikle anlattılar. Verdikleri mesaj açıktı: “Batan geminin mallarını almak için Türkiye’ye ‘yatırım’ yapacağız…”

Saraydan açıklama yapılmasa da şeyhlerin Türkiye’de bazı önemli işletmelere ilgi duyduklarına dair bilgiler yansıdı. Bu konudaki son gelişme, Fenerbahçe Kalamış Yat Limanı ihalesinin Tayyip Erdoğan’ın kararı ile iptal edilmesinden sonra yaşandı. İhaleyi kazanan Koç Holding, 21 Aralık’ta ihalenin iptal edildiğini duyurdu. Geçen hafta ise, Abu Dabi şeyhlerinin Marina için teklif vereceğine dair bilgiler yansıdı basına. Haberlere göre, ihaleyi iptal eden AKP şefi, Marina’yı Koç Holding’den alıp Abu Dabi şeyhlerine 40 yıllığına kiralayacak. “İşimiz Türkiye’yi pazarlamaktır” diyen bir adamın bunu yapması elbette şaşırtıcı sayılmaz.

“Yerli ve milli” safsatalarıyla emekçilerin bilincini bulandırmaya çalışan AKP-MHP rejiminin ülkeyi parselleyip ‘yerli’ ya da yabancı sermayeye peşkeş çekmesi yeni bir olay değil. Bu süreç sermaye ve emperyalistler tarafından AKP’nin iktidara taşınmasından önce başlamıştı. Ancak dinci-ırkçı rejimin bu alandaki pervasızlığı geçmişle kıyaslanmayacak boyutlardadır. Buna ek olarak ikide bir yabancı sermayeyi yalvar yakar Türkiye’ye davet eden Tayyip Erdoğan, grevleri yasakladığını ve emek-gücünü ‘kelepir’ fiyatına düşürdüğünü anlatarak, sermaye için ne cazip bir ülke yarattığını anlatıyor. Tek adam, “yerli, milli, dinci, ırkçı, mezhepçi” ama hepsinden önce tam bir sermayecidir.

AKP iktidarının Türkiye’de birçok işletmeyi daha önce Katar şeyhlerine sattığı dile getiriliyordu. Açılacağı iddia edilen Kanal İstanbul güzergahında da Körfez şeyhlerinin arazi satın aldıklarına dair haberler defalarca gündeme gelmişti. Ancak ülkeyi batırıp artık elde kalan son malları da satışa çıkaran dinci-faşist rejimin, marinayı Koç Holding’den alıp Körfez şeyhlerine peşkeş çekmesi yine de dikkat çekicidir. Zira bu hem iflasın vardığı boyutu gözler önüne seriyor hem de AKP-MHP koalisyonunun şeyhlerin petro-dolarları önünde nasıl alçaltıcı bir şekilde secde ettiğini gösteriyor. Kokuşmuş rejimini yağma-talan-rüşvet-hırsızlık gibi burjuva hukukuna göre bile suç olan işler çevirerek ayakta tutan bu koalisyon, ülkeyi parsellemek pahasına da olsa şeyhlerden gelen petro-dolarlara mahkum olmuştur. Böyle olmasaydı, 40 yıllığına Koç Holding’e kiraladığı marinanın ihalesini onaylamış olan Tayyip Erdoğan, marinayı Abu Dabi şeyhlerine sunmak için ihaleyi iptal etmeye gerek duymazdı.

Bazı spekülasyonlara göre, fiyatı düşük olduğu için ihale iptal edildi. Oysa özelleştirmenin temel amaçlarından biri zaten kamuya ait kurumları sermayeye peşkeş çekmektir. Onlarca, belki de yüzlerce işletme arsa fiyatının çeyreği ya da daha düşük fiyat karşılığında sermayeye peşkeş çekilmiştir. Bunu en çok yapan da AKP hükümetleri ve AKP-MHP koalisyonudur.

“Yerli ve milli” diye bir zırva üreten bu koalisyon iç politikada din istismarı, ırkçılık, mezhep ayrımcılığı gibi zehirli bir ideolojik söylem kullanıyor. Dinci-ırkçı propagandayı pervasızca kullanan rejim, bu zehirle işçilerin emekçilerin zihnini bulandırarak, sınıf kimliklerini yozlaştırmaya çalışıyor. Tam da bu konuda belli bir başarı sağlayabildiği için işçi ve emekçileri ekmeğe muhtaç duruma düşürebiliyor. Şatafat içinde yaşayan rejim ağababalarıyla yandaşları büyük bir utanmazlıkla, dini inançları fütursuzca istismar ederek emekçilere yarı aç yarı tok yaşamanın “erdemlerini” anlatabiliyorlar.

Bu kadar pişkinliği, bu kadar utanmazlığı ancak AKP-MHP türü dinci-faşist rejimler sergileyebilir. Bu ise hem inanç istismarına dayalı dinciliğin hem de ırkçı-şoven zehir saçan ideolojinin işçi sınıfı ve emekçiler nezdinde teşhir edilmesinin önemini kat kat arttırıyor. Bu sözde “yerli ve milli” din istismarcıları, petro-dolarlar için ülkeyi parselleyip şeyhlere satmakta bir an bile tereddüt etmiyorlar. Kendileri çalıp çırparak dolar milyarderi olmuşken, emekçilere ahireti işaret edecek kadar pişkinler. Dinci-ırkçı zehir saçarak emekçilerin arasına kama sokarken, hakkını arayan işçilerin üzerine çevik kuvvet polislerini salıyorlar. O kadar pervasızlar ki, yaydıkları zehirden etkilenmeyip hakkını arayan işçilere, “Oturun oturduğunuz yerde! Ya size verdiğimiz zehri içersiniz ya da çevik kuvvetin saldırısıyla sizi dize getiririz” demeye getiriyorlar.

İşçi sınıfıyla emekçilerin en azından ileri kesimlerinin rejim tarafından dayatılan etnik-dinsel-mezhepsel-cinsel ayrımları ellerinin tersiyle itmeleri, sınıf kardeşliği temelinde bir araya gelip mücadele etmeleri, bu vahim gidişata dur diyebilmek için hayati bir önem taşıyor. AKP-MHP rejiminin dayattığı yoksulluk ve sefalet zincirlerini kırmanın da geleceği kazanma mücadelesini büyütmenin de yolu buradan geçiyor.