Burjuva liberallerin anlattığı hikayeye bakılırsa, bir ülkede belli aralıklarla seçimler yapılıyorsa orada “demokratik” bir yönetim var. Güya halk seçimlerde, kendisini yönetecek olan parti ya da partileri belirlemiş oluyor. Görüntü böyle olsa da gerçeklik çok farklıdır. Zira seçimlerde şu veya bu güce ulaşan, yani hükümetleri kuran partiler, renkleri farklı olsa da sermayenin siyasi alandaki temsilcilerinden başka bir şey değiller. Kimi özgün durumlarda bazı istisnalar olsa da kaide olan sermaye partilerinin her zaman yönetimde olmasıdır.
Sahte vaatlerle oy devşiren sermayenin siyasi temsilcileri, toplumdaki eğilimlere hitap eden birkaç partiyi vitrine çıkarıyorlar. Vitrinde boy gösterenlerin hiçbiri gerçek programını, planlarını topluma açıklamaz. Zira söylemde halkı temsil ettiklerini iddia ederler, oysa varlık nedenleri asalak kapitalistlerin sınıfsal çıkarlarını savunmaktır. Kullanışlı olduğu sürece partiler işlerine devam eder, miadı dolanlar ise tarihin çöplüğüne atılır, işlevi aynı ismi farklı yenileri kurulur. Emperyalist ülkelerde partilerin ömrü nispeten uzun olurken, Türkiye gibi ülkeler ise bir ‘düzen partileri çöplüğü’ gibidir.
Seçimlere hazırlık, sermaye partilerinin mizansenler sahnelediği, siyasetçi tayfasının “demokrat” kostümlere büründüğü, gerçeklikle alakası olmayan vaatlerin sıralandığı, sahte “iyimserlik” havasının estirildiği süreçler olarak yaşanıyordu. Oylar sandıklara atıldıktan, hükümeti kuracak sermaye partileri belli olduktan sonra “demokrasi” yine tozlu raflardaki yerini alırdı. 1950 yılından beri bu döngü, sadece NATO karargahında eğitilen generaller darbe yaptığında bozuluyordu. O dönemlerde ise ‘şekli demokrasi’ aradan çekiliyor, belli bir süre için sermayenin ‘postallı demokrasisi’ işbaşına geçiyordu.
***
Sermayenin 2002’de dinci-gericilere, 2015’ten bu yana ise dinci-faşistlere iktidarı teslim etmesiyle başlayan sürecin yarattığı “yeni Türkiye”de ise farklı bir durum var. O eski seçim mizansenlerinin bile aranır olduğu zamanlardayız. Zira seçimlerde sahte de olsa verebilecekleri bir vaat kalmadı. ‘Seçim startı’ baskılar, siyasi yasaklar, sansür yasaları, kaba ırkçılık, kaba din istismarı ve nihayet patlatılan bombalarla veriliyor. Vahşi neoliberal kapitalist ekonominin vahşi dinci-faşist rejimle sentezlendiği dönemin yarattığı “yeni Türkiye”de artık seçim atmosferi böyle yaratılıyor. Sermayenin “demir yumruğu” olan Saray rejiminin bekası ancak bu şekilde sağlanabiliyor
Ülkenin yönetimini bu orta çağ artığı dinci-ırkçı zihniyete teslim eden kapitalistler, “yeni Türkiye” diye adlandırılan ucubeliğin bir numaralı sorumlularıdır. Zira onların ve emperyalistlerin desteği olmadan Saray rejiminin kurulması mümkün olmazdı. Sömürü çarklarının pervasızca dönebilmesi için böyle bir rejime ihtiyaçları vardı. Ucubeleşen kapitalizmin siyasi alandaki yansıması olan Saray rejimi için ise, ‘ucubelik’ tanımı artık durumu anlatmakta yetersiz kalıyor.
***
AKP-MHP rejimi meclis açılır açılmaz “seçim hazırlığı” olarak tanımlanan adımlar atmaya başladı. İlkin sansür yasasını meclise taşıdı. Düzenin muhalefet partilerinin de bazı etkisiz eleştiriler dışında bir şey yapmaması, yasanın mecliste hızla onaylanmasını kolaylaştırdı. Ardından Kemal Kılıçdaroğlu’nun başörtüsü konusunu gündeme getirerek attığı ‘pası’ alan AKP şefi, gole çevirmek için harekete geçti. Fırsat bu fırsat diyerek, anayasa değişikliği paketi meclis gündemine taşındı. Kendileri anayasayı ayaklar altında çiğnerken, gerici zihniyetlerini topluma dayatmak için anayasada değişiklik yapmak istiyorlar.
Seçim hazırlığı zincirine yeni halkalar ekleyen Saray rejimi, yine bir oldu bitti oyunu çevirerek cemevlerini Saray’ın Kültür Bakanlığı’na bağlayan yasanın da içinde bulunduğu ‘torba yasa’yı mecliste onayladılar. Yani cemevlerine kayyum atamanın yasal zeminini hazırladılar. Bu hamleyi İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı Ekrem İmamoğlu hakkında açılan dava izledi. Saray’ın talimatıyla açılan davada savcı, İmamoğlu için ‘siyasi yasak’ istedi. Duruşma yaklaşık bir ay sonraya ertelendi. Belli ki mahkeme, bu sürede Saray’dan gelecek talimata göre vereceği kararı netleştirecek.
Nüfusu 20 milyona yaklaşan İstanbul gibi bir kentin belediye başkanına uyduruk gerekçelerle siyaset yasağı getirme telaşı, rejimin seçim hazırlıklarının ‘çok yönlü zorbalık’ üzerine planlandığına işaret ediyor. Milyonlarca İstanbullunun oyunu alan bir düzen siyasetçisini bile yargı aparatını kullanarak saf dışı bırakmaya çalışıyorlar. Siyaset yasağı kararı verip veremeyecekleri henüz belli değil, ancak böyle bir girişimde bulunmaları bile, seçimlere hazırlığın geçmiştekinden çok farklı anlamlar taşımaya başladığının kanıtlarından biridir.
‘Seçim hazırlığı’ kapsamında yapılanlar, mafyatik rejimin sahte de olsa verecek bir vaadinin kalmadığını gösteriyor. On milyonları sefalete mahkum edenler günden güne baskıları arttırıyor, düzen muhalefetini bile tehdit ediyor, şantaj yaparak davalar açıyor, Saray’a biat etmeyen medyaya sansür uyguluyor vb... Bu kepazelikler zincirine Beyoğlu İstiklal Caddesi’nde bomba patlatılmasının eklenmesi, doğal olarak AKP’nin hezimete uğradığı 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra gerçekleştirilen katliamları akla getiriyor. 7 Haziran’da AKP kısmi bir hezimet yaşamıştı, şimdi ise iler-tutar tarafı kalmayan kokuşmuş rejim çöküşün eşiğine varmış görünüyor. Tam bu koşullarda Beyoğlu’nda bomba patlatılması, doğal olarak seçim sürecinin kanlı halkası olarak değerlendirildi.
AKP şefi Tayyip Erdoğan 2015’te “400 milletvekili verin bu iş bitsin” demişti. İstediğini alamayınca, kan dökerek, topluma dehşet saçan katliamlara zemin döşeyerek 1 Kasım seçimlerinde hedefine ulaşmıştı. O günden bu yana düzen siyasetinin ‘seçim hazırlığı’ geçmişe göre farklı anlamlar taşımaya başladı. Sonuçta faşist tek adam rejimini kurarak kısa sürede ülkeyi kaotik bir ortama sürüklediler. Bu ortamda sermayenin kârlarında dramatik artışlar oldu. Çünkü toplumsal hareketin zayıf olmasını fırsat bilen rejim, faturayı sefalete mahkum edilen işçi ve emekçilerin sırtına yıkmayı başardı.
***
Kitlesel grevler, güçlü toplumsal muhalefet, devrimci mücadelenin yükselmesi gibi faktörler hem demokratik hak ve özgürlükler alanının genişlemesini sağlıyor hem işçi ve emekçilerin en azından ileri kesimlerini düzen siyasetinin etki alanından çekip çıkarıyordu. O koşullarda demokratik alan ‘sandığa oy pusulası atma’ mizansenlerinin ötesine geçebiliyordu. Yani meşru-fiili mücadeleyle bazı demokratik hakları kullanabilmek mümkün oluyordu.
Toplumsal muhalefetin, işçi sınıfı hareketinin militan/kitlesel bir düzeye ulaşamaması, devrimci güçlerin ise devletin vahşetiyle zayıflatılması hem kapitalistleri hem Saray rejimini o kadar küstahlaştırdı ki, artık bütün demokratik hak ve özgürlükleri gasp etmekle kalmıyor, geçmişin seçim vaatleri yerine baskıları, zorbalığı, cinayet ve katliamları koydular. Dinci-faşist rejim, toplumsal muhalefetin zayıflığı devam ettiği, yani toplumsal basınçla sıkıştırılmadığı için bu kadar küstah adımlar atabiliyor.
Ülkenin hem ekonomik hem siyasi tablosu, kapitalist sistemin işçi ve emekçiler için çekilmez bir yük haline geldiğinin ispatıdır. Buna rağmen vurgulamak gerekiyor ki, bu vahim gidişatın işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesi geliştirilmeden değişmesi olası görünmüyor. Emekçilerin bu kokuşmuş rejimden hesap sormak, mücadeleyi daha da büyüterek hak ve özgürlükleri yeniden kazanmak dışında bir seçenekleri bulunmuyor. Bu sistemde kazanılmış hiçbir hak güvence altında olmadığı için, mücadelenin her aşamasının ücretli kölelik düzeni olan kapitalizmi yıkma hedefiyle birleştirilmesinin hayati bir önem taşıdığı da hiçbir koşulda gözden kaçırılmamalıdır.