Açlık grevleri ya da ölüm oruçları, yaygın kanıya göre, devrimciler, zindanlar ve siyasal mücadele ile özdeşleşmiş iki protesto yöntemi olarak bilinir. Ayrıca ölüm orucu eylemi daha çok Türkiye’nin devrimcileri ile özdeşleşmiş, başka dillerde tam karşılığı olmayan bir kavramdır. Açlık grevleri yalnızca hapishanelerde değil, dışarıda da çeşitli kesimden insanların taleplerinin yerine getirilmesi için başvurdukları bir eylem biçimi olmuştur.
Toplumun en ileri kesimi olan devrimciler hapishanelerin daimi konuklarıdır. Toplumsal mücadele yükseldiği zaman, egemen sınıf ilk olarak öncüleri baskılamak ya da yok etmek için davranır. İşkence yapma, hapsetme, tecrit etme, katletme vb. gibi yöntemlerle teslim alınmak istenen sadece birey olan öncü değil, onun şahsında direngenlik, tüm diğer kesimlerin mevcut durumu eleştirip değiştirme iradesidir. Ancak yapılan her türlü zulme rağmen, insanı insan yapan değerleri sonuna kadar savunan devrimciler hiçbir zaman teslim alınamamıştır. Bazılarının zayıf düştüğü zamanlar olsa dahi mücadele etmeye, yeniyi savunmaya devam eden devrimciler, insanlık tarihi içerisinde gelecek kuşaklara insani değerleri miras bırakabilmiş ve savunmaya devam etmektedirler.
Tarihin kanıtladığı en temel olgulardan biri değişimin esas oluşudur. Değişimin kaçınılmazlığını ifade eden devrimciler, egemenlerin baş düşmanlarıdır. Özellikle ekonomik krizlerin derinleştiği, siyasi açmazların yoğunlaştığı dönemlerde sermaye devletlerinin saldırganlığı artar. Cezaevlerinin sayısı çoğaltılır ve koşullar ağırlaştırılır. Demokratik en küçük eyleme dahi tahammül gösterilmez, polis rejimi uygulanır. Devrimciler “terörist” olarak lanse edilip, toplumdan soyutlanmaları sağlanır. “Örgütlülük suçtur” algısı yaratılır. Cezaevlerine atılan “düşünce suçluları”, muhalifler burada da olabildiğince baskılanmaya çalışılır. Çünkü “içerisi teslim alınmadan dışarısı teslim alınamaz”dır.
Teslim almak için görüş yasakları, iletişim cezaları, kamera dayatmaları, tedavi olma ve savunma yapma haklarının gaspı, disiplin cezaları, insanlık dışı ortamlarda bir yaşam dayatılması, askeri nizamda sayım verilmenin zorlanması gibi çok çeşitlikte baskı yöntemleri uygulanır. Bunların dışında bir diğer yol da işkence ve “operasyon” adı altında katletmedir. Sadece 12 Eylül 1980 ile 31 Aralık 1980 tarihleri arasında cezaevinde katledilenlerin sayısı 43 kişidir. Diyarbakır ve Mamak Askeri cezaevleri ise sistematik işkencelerin yapılması ile isim yapmış cezaevleridir.
Türkiye’de hapishanelerdeki tüm bu uygulamalara karşı güçlü bir direniş geleneği var. Tarih sayfalarında, tek tip elbise dayatmalarına, tabutluklara, F tipi hücrelere, saldırılara, işkencelere, hak gasplarına karşı ya da hak kazanımları uğruna yapılmış çok sayıda açlık grevi, ölüm orucu direnişi yer alıyor. 1996 yılında yapılan Süresiz Açlık Grevi (SAG) ve Ölüm Orucu (ÖO) direnişi de bu konuda bir örnektir. “Nisan 1996’da başlayıp, 20 Mayıs’ta tüm ülkeye yayılan açlık grevleri, 3 Temmuz’da ölüm orucuna çevrilmişti. 38 ildeki 43 cezaevinde 2174 mahkum açlık grevine, 355 mahkum da ölüm orucuna katılmıştı.”*
F tipi hücrelerden önceki dönemde “tabutluk tipi” cezaevleri, dönemin Adalet Bakanı Mehmet Ağar’ın “Mayıs Genelgesi” ile tekrardan gündeme getirilmişti. Devrimcilerin cevabı, o yıla kadarki en büyük ölüm orucu eylemini başlatmak oldu. Bu büyük direniş 12 devrimcinin ölümsüzleşmesi sonrasında taleplerinin kabul edilmesi ile noktalandı. Ülke gündeminde yoğun ses getirmiş olan bu eylem sayesinde Eskişehir’de açılan tabutluk tipi hapishane kapatılmıştı.
’96 yılının bu görkemli direnişi son olmayacak hem öncesinde hem de sonrasında Diyarbakır, Buca, Ümraniye ve Ulucanlar’da hunharca katliamlar gerçekleşecekti. Yine 2000 yılının 19 Aralık’ında “Hayata Dönüş Operasyonu” adı altında gerçekleştirilen büyük katliam sonrasında da ölüm oruçları devam edecekti. 2000’li yılların başı dünya tarihinin en uzun ve en yüksek kayıplı ölüm orucu olarak kayıtlara geçmiştir. Aynı zamanda Türkiye dünyada en çok Wernicke-Korsakoff sendromuna sahip ülke olarak da bilinmektedir.
Yapılan bu eylemler apolitik insanlara aşırılık gibi görünebiliyor. Bunda şaşıracak bir yan yoktur. Zira siyasi istemler bir yana, gündelik hayat içerisindeki en küçük bir hakkı için dahi kendini savunmayan bir insan özneliğin ne olduğunu kavrayamaz. Özne olan insan kendinden emindir, haklarını bilir ve savunur. Değişime, yeniliğe açıktır. Ayrıca dönüştürendir, devrimcidir.
Nesne olan insan ise sadece çobanın dediğine göre hareket eder, korkuya hapsolur. Herhangi bir kuyrukta önüne geçene laf söylememeyi marifet sayıp, “o kadar da değil, sesimiz çıkar illa ki” diyenler, nesne olmamayı sorgulamadıkları sürece her türlü hak gaspına sessiz kalırlar. İnsan olmanın gereklilikleri gündeminde olmaz. Bu yüzden de bir devrimcinin hapishanede kendi bedenini silaha dönüştürmesini, yaşam için ölümü göze almasını kavrayamaz. Bu bir protesto biçimidir. Önemli olan daima devrimci mücadeleden yana olmak, mücadeleyi büyütmektir.
U. Aze
* Türk Tabipleri Birliği, Toplum ve Hekim Dergisi, Sayı:6