29 Şubat tarihinde Suriye topraklarında 36 askerin ölmesiyle birlikte iç ve dış politikada iyice sıkışan AKP- Erdoğan iktidarı, yaşadığı hezimeti atlatacak gibi görülmemekteydi. O dönem tüm dünyayı etkisi altına alan salgın ise Sağlık Bakanı’nın “sınırlar denetim altında” ifadesi dışında pek gündemde değildi. Ta ki 11 Mart tarihinde Türkiye’de ilk vaka tespit edilene kadar. O gün için girdiği İdlib bataklığından kurtulmanın yollarını arayan Dinci- Faşist iktidar için salgın, adeta “kurtarıcı” oldu. Ölen 36 asker veya mültecilerin sınırdaki perişan halleri gibi sorunların üstü, medyadaki saray beslemelerinin de katkısıyla örtüldü. İtibarını düzeltme fırsatını yakaladığını varsayan iktidar, tekrardan “başarı hikâyeleri” ve “zafer kutlamaları” gibi yaygaralar koparmaya başladı.
İlk günden itibaren salgın karşısında yaşanacak bir panik durumunu engellemek için her şeyin kontrol altında olduğu, bütün tıbbi malzemelere, hastanelere, en iyi doktorlara sahip olduklarını söyleyerek algı operasyonuna giriştiler. Salgında binlerce kişinin öldüğü İtalya ve İspanya’yı örnek göstererek Türkiye’de “başarı öyküsü” yazdıklarını ve bu ülkelere de yardım gönderdiklerini iddia ederek gazel okudular.
Covid-19 salgınını ‘yapay düşman’ yaratarak yenmeye çalışan dinci- faşist iktidarın şefleri, ekranlara çıktıklarında, alınan göstermelik önlemlere şöyle bir değindikten sonra, yalana-propagandaya daldılar. AKP-MHP koalisyonu, halk sağlığını hiçe sayan icraatlarını deşifre eden eleştirilere çirkefçe saldırdı. Böylelikle salgınla mücadele etmek yerine yapay düşmanlar yaratarak gündemi saptırmaya çalışıyorlar. Halka “kendi önlemini kendin al. Benden bir şey bekleme” mesajını veren dinci-faşist koalisyon, tam bir pişkinlikle, kendisini eleştirenleri “en tehlikeli virüs” ilan etti. Artık her icraatları, toplumu kutuplaştırma histerisinin ifadesinden ibaretti.
Gerçek şu ki korona virüse karşı şimdiye kadar sergilenen pratiğe bakıldığında ortada bir enkazdan başka bir şey görülmemektedir. Felaketin çok daha büyük olmaması, saray rejiminin kurumlarına/sendikalarına düşmanca tutum aldığı sağlık emekçilerinin çabasından dolayıdır.
Türkiye 7 haftada dünyada vaka sayısı en fazla olan yedi ülke arasına girdi. 30 Nisan itibariyle Türkiye, 100 vaka sonrası 43’üncü gününde ve vaka sayısı artışında dünyada beşinci sırada oldu. Toplam vaka sayılarında 7’inci, ölüm sayısında ise 12’nci sırada yer almaktadır. 29 Nisan itibariyle yeni vaka açıklayan ülkeler arasında da altıncı sıradadır. Yani Türkiye, salgının en kötü, en ağır yaşandığı ülkelerden biridir. 11 Mart’tan 30 Nisan’a kadar sadece yedi haftada PCR testi pozitif olan 117 bin vaka var. Hem bu rakamlar hem de insanların en doğal talebi olan maskenin bile dağıtılamaması, AKP-MHP koalisyonunun ‘ölümü gösterip sıtmaya razı etme’ politikası izlediğini ispatlıyor.
İtalya, Fransa, ABD gibi en kötü ülkeleri örnek göstererek kendi başarısızlıklarının üstünü örtmeye çalışan dinci-faşist iktidar, her gün 100’e yakın kişinin ölümünü de “olağan bir şey” gibi sunmaktadır. Ölü sayısının düşük gösterildiğine dair sayısız verinin medyada yer aldığını da hatırlatalım. Bu sahtekarlığı yapan saray rejimi Güney Kore, Japonya, Almanya gibi ülkelerin salgın karşısında sergiledikleri başarıları ise yok saymaktadır. Bir örnek verecek olursak, Türkiye’ye salgın, Güney Kore ve Japonya’dan iki ay daha geç gelmesine rağmen, bu ülkelerin resmi vaka sayısının 10 katına çıkmış durumdadır.
Şimdi gelinen yerde ise artık salgının kontrol edildiği ve “normalleşme sürecine girildiği” iddia edilmektedir. Kapitalistlerin çıkarlarına göre hareket eden sermaye iktidarı, “normalleşme” görüntüsü vermek için üniversite sınavını erkene çekiyor. Antalya, Muğla gibi şehirlerin seyahat kısıtlanmaları ise, “turizmin canlandırma” adına kaldırılıyor.
Hem saray rejiminin sözcüleri hem medyadaki beslemeleri uydurdukları “başarı” hikayelerini “mutlak doğru” diye yutturmaya çalışıyorlar. Fakat bu riyakârlar takımının sahtekarlıkları artık pek alıcı bulmuyor. Gerçeği tersyüz ederek anlattıkları hikayelerin gerçeklerle örtüşmediğini, işçi ve emekçiler kendi yaşamlarına bakarak görmekte/bilmektedirler.
Hal böyleyken rejimin işçi ve emekçilere “önlem” çerçevesinde İBAN göndermesi, bir devletin sadece başarısızlığını ve ne durumda olunursa olunsun vatandaşı soyma konusundaki aç gözlülüğünü gösterir. Yalan ve hilekârlıkla ömrünü uzatmaya çalışan dinci-faşist iktidar için artık tehlike çanları çalıyor. Bu kokuşmuş rejime verilecek en iyi cevap ise işçi ve emekçilerin örgütlü gücüne dayalı mücadeledir. Ancak o zaman baskı, zor ve yalanlarla sürdürdükleri saltanatları çökertilir, tuzla-buz olur.