“KESK kamu emekçileri tarihinin bugünkü temsilcisi ve yaratılan değerlerin taşıyıcısıdır!” Doğrudur, çünkü toplumsal sorunlara duyarlı, bu sorunların çözümünde yüzünü mücadeleye dönmüş ve birlikte mücadele kültürüne sahip ilerici öncü kamu emekçileri hala KESK içinde örgütlüdür ve hala KESK’le birlikte yol yürümeyi tercih etmektedirler. Bu etken tek başına yeterli değildir elbette ama kamu emekçileri hareketinin yönünü belirlemekte önemli bir yerde durmaktadır. İlerici, öncü kamu emekçileri 90’ların ruh ve anlayışına sahip olmayıp, belli değerleri erozyona uğrasa bile durum hala da böyledir.
“KESK kamu emekçileri tarihinin bugünkü temsilcisi ve yaratılan değerlerin taşıyıcısı değildir!” Doğrudur, çünkü KESK ve bağlı sendikalar hak verilmez alınır şiarını temele alan fiili-meşru mücadele geleneğini yaşatan, kamu emekçilerinin özlem ve taleplerini birleşik, kitlesel, militan mücadeleyle gerçekleştirmeye çalışan ve sendikal demokrasinin yaşatıldığı bir anlayışla kendini var ettiler. Geldiğimiz noktada ise KESK, can pahasına yaratılan bu değerlerin yerine sınıftan ve özelde kamu emekçilerinin özlem ve taleplerinden uzaklaşan; diplomatik, pazarlıkçı, bürokratik, siyasal atmosferin eğilimlerine göre taraf ve tutum belirleyen bir sendikal çizgi ile var olmaktadır. Bu haliyle KESK, kamu emekçileri tarihinin yarattığı tüm değerleri kürsülerde ve yazılı metinlerde var ederken, politik anlayış ve pratik tutumuyla bu değerleri erozyona uğratmakta, hatta çürütmektedir.
KESK ve bağlı sendikalar itibarlarını sokakta verdikleri mücadele ile elde ettikleri hak ve kazanımlarla sağlamış ve her türlü karşı söylem ve tutuma, hatta devletin baskı, şiddet ve marjinalleştirme çabasına rağmen bu itibar yok edilememiştir.
Şimdi ne olmuştur da kendisinin itibarsızlaştırıldığını söylemekte ve buna karşı önlem almak için en direngen üyelerini ihraç etmektedir? Olan şudur: KESK kamu emekçilerinin tarihi boyunca ortaya koyduğu mücadele ile itibar kazanmış olsa da uzun zamandır KESK ve bağlı sendikalara hakim yönetimler mücadeleden bilinçli bir şekilde kaçınmaktadırlar. Saldırılara karşı veya hak kazanımına yönelik bir mücadele hattı örmedikçe ve sınıf mücadelesinden kaçtıkça, KESK bizzat sendikaya hakim sendikal anlayışlar ve sendika bürokratları tarafından itibarsızlaştırılmaktadır. Sendikal mücadeleyi az buçuk takip eden herkes bu durumun farkındadır. İşte sendikal anlayışların ve sendika bürokratlarının kendi yarattıkları itibarsızlık bir taraftan üyelerin sendikayı terk etmesine neden olurken, diğer taraftan da direngen üyelerinin gerisinde kalan sendikalar gerçeğini ortaya koymaktadır.
İhraç saldırısına ve kitlesel ihraçlara karşı mücadele içerisinde itibarını koruma derdine düşmeyen, KESK’i sendikal-siyasal tutumları ile itibarsızlaştıran hakim siyasal anlayışlar ve bürokratlar, bu gerçeği direnişçi kamu emekçileri her gün yüzlerine çarptıkları için direnişçileri sendikadan tasfiye etmektedirler. Sendika bürokratlarının, KHK’lere karşı verilen mücadelede sınıfta kaldıklarını ve doğru bir mücadele hattı öremediklerini itiraf etmek zorunda kaldıklarını biliyoruz. Fakat yıllarca sürdürdükleri uzlaşmacı-icazetçi çizgi ve sınıfsallıktan uzak reformist siyasal yönelimleri, onların, bu itirafların gereğini yapma cesaretini göstermesine engel olmaktadır. Dahası söz konusu yönelim, sendika bürokratlarının giderek daha teslimiyetçi bir tutuma doğru sürüklenmelerine de yol açmıştır. Bir grup KESK üyesi emekçinin kendilerine rağmen direniyor olması; işte bu onların sindiremediği bir şeydi. KESK çatısı altında sürdürülmeyen direnişlerden olduğu kadar, KESK çatısı altında süren direnişlerden de alabildiğine uzak durmaları tam da bu nedenleydi. Ya direnişleri sönümlendirmeleri ve direnme eğilimindeki emekçileri kendi durdukları konuma, yani teslimiyet konumuna çekmeleri ya da olmuyorsa kendileri üzerinde boğucu bir ağırlığa dönüşen bu yükten direnen kamu emekçilerini tasfiye ederek “kurtulmaları” gerekiyordu!
KESK ve bağlı sendikalar “ihraçların ihracı” ile direnene ve mücadeleye ne kadar uzaklaştıklarını, direnme ve direnişle dayanışma kültürünü ne denli hiçe saydıklarını bir daha, ama bu kez çok daha utanç verici bir şekilde göstermişlerdir. İhraçların ihracında, tıpkı devletin KHK’lerle kamu emekçilerinin sosyal medya hesaplarını incelediği gibi, tıpkı savunma hakkı tanımadığı gibi, tıpkı iktidar gücünü kullanarak tüm demokratik haklarından mahrum bıraktığı gibi, tıpkı sayısal çoğunluğa yani parmak demokrasisine güvendiği gibi, tıpkı seçilmişlerin yerine kayyum atama uygulamaları gibi çeşitli yol ve yöntemler kullanmışlardır. Devlet 150 bin kamu emekçisini ihraç ederken “irtibat”, “iltisak” vs. kavramlar kullanarak ihraçları toplum nezdinde meşrulaştırmaya çalışırken, yaklaşık beş bin üyesi bu bahanelerle ihraç edilmiş KESK yöneticileri de bizzat ihraç ettikleri emekçiler için “sendikayı itibarsızlaştırıyorlar” gibi göreceli ve tam da bu nedenle ispatı mümkün olmayan bir bahaneye sığınmışlardır. Tıpkı devletin yaptığı gibi iktidar gücünü kullanarak, kendine muhalif olanı tasfiye ederek cezalandırmış, bu silahı kullanarak sendikaya yönelik eleştirilerin önünü kesmek istemişlerdir.
Yüz kızartıcı (hırsızlık, taciz, tecavüz vb.) suçlar dışında hiç kimsenin, iktidar gücünü ve sayısal çoğunluğu arkasına alarak üyelerini ve direngen kamu emekçilerini tasfiye etme hakkı yoktur. Aksi tutum, kamu emekçileri adına utanç verici bir durumdur ve kamu emekçileri tarihine kara bir leke olarak kazınmıştır. Bu utanç tek başına sendikal anlayışların utancı değildir elbette, söz konusu sendikal anlayışların gerisindeki siyasal anlayışların da utancıdır.
BES Genel Kurulu’nda Nazan Bozkurt’un ihracı ile başlayan ve Eğitim Sen 11. Genel Kurulu’nda devam eden bu tablo sendikal anlayışlara, onların arkasındaki siyasal çevrelere dair pek çok ipucu vermektedir. Eğitim Sen 11. Genel Kurulu’nda yaşanan “genel kuruldan çekilme” açıklamaları ise grup ve koltuk çıkarlarının her şeyin üstünde olduğunu hem kamu emekçilerine hem de toplumsal kamuoyuna en çıplak bir şekilde göstermiştir.
Genel Kurul’u birinci günün ilk saatlerinde pandemiyi gerekçe göstererek terk eden DSD, genel kurul kararı verilirken pandemiyi hesaba katmamış mıdır? Genel kurul tarihinin belirlenmesinde imzası yok mudur? Eğitim Sen Genel Kurulu’nda Genel Başkanın ve onun grubunun geçen dönemin aklanmasını bile beklemeden çekilmesi, “Ben yaparım ama hesap vermem” anlamına gelmiyor mu? Sendikalarda onca sorun varken, hem de tüm delegeleri salona toplamışken, bu, gayri ciddi bir durum değil midir? Sendikanın belli bir grup tarafından dizayn edildiğini beyan ediyorsunuz da peki sizler bugüne kadar bunu yapmadınız mı? Sendikayı dizayn etmeye kalkmadınız mı? Bilimsel ve laik eğitim mücadelesinin yeterli olmadığını söylüyorsunuz ama hem Eğitim Sen hem KESK genel başkanlık koltuklarında siz yok muydunuz? Bu soruları sormadan geçmek mümkün mü? Açıkça buradan soruyoruz. Genel başkanlık koltuğu sizin olsaydı bunları söyleyecek miydiniz acaba? Bunun cevabını çok iyi biliyoruz ve eminiz ki sizler ve koltuk kavgası yaptığınız diğer reformist gruplar da bu cevabı çok iyi biliyorlar! Birinci gün ihraçların ihracına onay vermekten bir an bile geri durmayan Emek Hareketi ise ikinci gün nispi oranlı seçim sistemi önerileri kabul edilmediği ve yeni seçilecek MYK’da kendilerine ‘yeterli temsil’ verilmediği için genel kuruldan çekildiğini açıkladı. Türkiye’nin toplumsal sorunlarını seçimle çözeceklerini vadedenler, sendikal soruların çözümünü de seçim sisteminin değiştirilmesinde görmektedirler!
Sendikal krizin ve mücadele kaçkınlığının birinci elden sorumlusu olmak ve sonra da bunların hiçbir şekilde sorumluluğunu almamak kamu emekçileri tarihine not edilen başka bir utanç tablosudur. Siyasal alanda tasfiyeci-parlamentocu-reformist akımların yönünü çizdiği bu sendikalara hakim anlayışların; KESK’teki politik ve pratik tutumları dar grup çıkarlarının emekçilerin çıkarlarından çok daha önce geldiğinin, kamu emekçilerinin kan ve can pahasına yarattıkları mücadele değerlerini ayaklar altına aldıklarının ispatıdır.
90’larda sendikaları kuran aynı hakim sendikal anlayışlar bugün nasıl bu hale gelmişlerdir? 90’lardan bu yana değişen nedir? 90’lı ilk yıllarda, yıkılan Sovyetler Birliği’ne rağmen henüz Türkiye solunda reformist-tasfiyeci rüzgar savunulamıyor, öyle olanlar bile devrimci olduklarını iddia etmek zorunda kalıyorlardı. İdeolojik-politik savrulmalara rağmen, geçmişin devrimci geleneği, direngen ve mücadeleci bir çizgi halen de korunuyordu. Kamu emekçileri, tam da böyle bir dönemde sendikalarını kurdular ve sendika kapılarına vurulan kilitleri fiili-meşru mücadele anlayışı ile kırdılar. Ancak gelinen noktada dün politik olarak aralara sıkıştırarak söylediklerini, açıktan savunamadıklarını, bugün çok açıktan söylemeye ve pratiklerine yansıtmaya başladılar. Parlamento onlar için her şeydir, kapitalist düzenle uzlaşılabilir ve demokratik Türkiye kurulabilir! Bu nedenle de nostalji haline gelen devrimci tüm değerlerden uzak durulmalıdır! Sosyalizm bir ütopyadır ve bu yüzden sınıfsal mücadele ve sınıfların varlığına göre mücadeleye gerek yoktur! İşte bu siyasal anlayışların belirlediği sendikal gruplar, gelinen noktada, sınıf mücadelesinden uzak ve hatta onu gereksiz bulan bir anlayışla, mücadele yerine diplomasi ile sorunlarına çözüm bulmaya çalışmaktadır. KESK’i anlamak için KESK’in arkasındaki siyasal anlayışların evrimine bakmak yeterlidir.
Sendikalarda var olan kriz ne seçim sisteminden kaynaklıdır ne de koltuklara kimin oturacağı ile ilgilidir! Çözüm kamu emekçilerinin ve işçi sınıfının öz sorunları ve ekonomik-politik çıkarları temelinde örgütlenmiş, sendikal demokrasinin yaşatıldığı, fiili, meşru, birleşik, kitlesel ve militan mücadeledir. Çözüm tüm bunları içinde barındıran devrimci sınıf sendikacılığındadır.
Kamu Çalışanları Birliği