Kapitalizm, doğanın yıkımı ve sözde önlemler

Kapitalizmin sürdürülebilir bir sistem olmadığını ortaya koymaktadır. Sorunun sebebi olanlardan çözüm beklemek ise boş bir hayaldir. Temiz bir çevre kapitalizmde mümkün değildir.

  • Kızıl Bayrak yazıları
  • |
  • Güncel
  • |
  • 05 Kasım 2020
  • 08:00

Sınırsız büyümeye, azami kara ve sermaye birikimine dayalı işleyen kapitalist ekonomi, gün geçtikçe daha fazla enerjiye ihtiyaç duyuyor.

Covid-19 pandemisi, yaşamın tüm alanlarını olduğu gibi, enerji sektörünü ciddi boyutta etkilemekle kalmadı, bu alana dönük yeni yönelimlerde tetikleyici bir rol oynadı.

Merkezi Paris’te bulunan Dünya Enerji Ajansı (IEA), 13 Ekim 2020’de, “Dünya enerji görünümü 2020” başlıklı bir rapor yayınladı. Başta AB ülkeleri olmak üzere 35 üyesi bulunan örgütün açıkladığı raporda, önümüzdeki on yıl üzerinden dünyadaki enerji politikaları değerlendiriliyor. Ayrıca pandemiden dolayı enerji piyasalarında yaşanan dalgalanmalara ilişkin verilere yer veriliyor.

Rapordan yansıyanlar

Rapora göre, pandemi dolayısıyla dünyada enerji talebi bu yıl %5 civarında düşecek. Petrol talebi %8-10’luk bir düşüşle günlük 100 milyon varilin altında kalacak. Kömürde %7, doğal gazda %3, elektrikte ise %2 gerileme bekleniyor.

Pandemiden dolayı toplam enerji yatırımlarında da %18 azalma yaşanacak. Yavaşlayan ekonomik aktiviteden dolayı küresel karbon emisyonları %7 oranında düşecek.

Eğer Covid-19 gelecek yıldan itibaren kontrol altına alınırsa, küresel enerji talebinin 2023’te tekrar eski seviyesine yükselmesi bekleniyor. Devam ettiği takdirde, toparlanmanın 2025’i bulabileceği tahmin ediliyor.

Enerji talebindeki azalmanın petrol ve doğal gaz fiyatlarında önemli düşüşlere sebep olduğu belirtilirken, enerji sektöründeki tek istisnanın yenilenebilir enerji üretiminde yaşanacak artış olduğu açıklanıyor. Yenilenebilir enerjinin başında ise güneş ve rüzgâr enerjisi geliyor. 2019’da yenilenebilir enerji kaynakları, küresel enerjinin %2’sini temin etti. Teknolojideki ilerlemelerle birlikte, hedeflenen yatırımlar sağlanırsa, bu oranın 2045’te %8,7’ye çıkabileceği tahmin ediliyor.

Güneş enerjisinin maliyetinin son beş yılda %80, rüzgâr enerjisinin ise üçte bir oranında düştüğü ifade ediliyor. Bu gidişle güneş enerjisi kapasitesinin 2030’a kadar, yılda 280 gigawatt’lık bir artışla, ortalama %12 büyümesi öngörülüyor. Fakat yenilenebilir enerjileri şebekelere bağlayan elektrik iletim hatları ciddi maliyet gerektirdiği için bu hedeflere ulaşmak şüpheli görünüyor. Bu bir yana, pandemiden dolayı temiz enerjiye olan yatırımlarda yaşanan gerilemeyle beraber, sistemin “normale” dönmesinin ardından, yaşanan kayıpları telafi etmek adına fosil yakıtlara eskisinden daha fazla yönelme gibi bir ciddi tehlikeye de işaret ediliyor.

İklim krizi ve çevre hareketleri değişimi zorluyor

Daha önce de benzerleri yayınlanan IEA raporunda da belgelendiği gibi, başta güneş ve rüzgar enerjisi olmak üzere, özellikle kapitalist metropollerde yenilenebilir enerjiye bir yönelim olduğu gözleniyor.

Acaba 200 yıldır hayatta olan kapitalizm doğayı tahrip etmekten vaz mı geçiyor? Elbette hayır. Bu sistemin, tüm tarihinin de kanıtladığı gibi, doğayı ve insanı yıkıma uğratmadan yol alması mümkün değil. Ama gelinen yerde bazı gelişmeler onu bir takım “tedbirler” almaya zorluyor.

Bunlardan ilki, derin bir ekonomik krizle birlikte ciddi boyutlar kazanan iklim krizidir. Dünya giderek ısınıyor. Sıcaklık artışı bu yüzyıl içerisinde 2 derecenin altında tutulamazsa, dünyadaki tüm canlı yaşam tehlikeye girecek.

Atmosferdeki ısınmanın temel sebeplerinin başında fosil yakıtlardan (petrol, kömür ve doğal gaz) enerji elde etmek gelmektedir. OPEC’in verilerine göre, karbondioksit salınımında enerji sektörü yaklaşık %26 ile ilk sırada geliyor. Onu %20 ile endüstri, %17 ile ormancılık, %14 ile ulaşım ve %13 ile tarım takip ediyor. Yenilenebilir enerji üretiminin kömür veya petrol santrallarinden daha maliyetli olması, bu yönelimi teşvik eden bir rol oynuyor.

Daha önemli bir başka etken, giderek gelişen çevre hareketleridir. Dünyanın dört bir yanında artan sayıda insan, kapitalist üretim tarzının doğal yaşamda yarattığı tahribatı sorguluyor ve buna karşı mücadeleye katılıyor. İnsanların doğal çevre ile ilgili duyarlılıkları gittikçe yükseliyor. Son iki yılda gelişen “Fridays for Future” şiarlı çevre eylemleri bunun bir örneği. Bu eylemlere, dünyanın dört bir yanında, ezici çoğunluğu gençlerden oluşan yüzbinler katıldı.

Kapitalistleri göstermelik de olsa sözüm ona bir takım “adımlar” atmaya zorlayan asıl sebep budur. Burjuvazi gelişen bu hareketi şimdilik bir takım burjuva-reformist hareketlerle denetim altında tutmayı başarsa bile, gün geçtikçe daha fazla insan kapitalizmi çevre kirliliğinden sorumlu tutuyor. Bugün çevre sorunu, kapitalizmin en doğrudan suçlandığı sorunların başında geliyor. Egemen sınıflar göstermelik bazı adımlarla bu hareketi yatıştırmaya çalışıyorlar.

“Temizliğin” faturası da emekçiye!

Kapitalizm insanlığa derin acılar yaşatan savaş ve salgın hastalık gibi durumları dahi fırsata çevirmekten geri durmaz. Pandemi süreci bunun en açık örneğidir. Kapitalistler pandemiyi fırsat bilerek, üretim ve hizmet sektöründe şimdiye kadar uygulamaya koyamadıkları bir takım “dönüşümleri” hızla hayata geçirmeye başladılar. Ortalığı bir anda “Home Office”, “dijital dönüşüm”, “üretimin dönüştürülmesi”, “robotlaşma” gibi kavramlar kaplamaya başladı.

Uzun zamandır krizde olan ve çevre kirliliğindeki payı nedeniyle çevre hareketlerinin hedefi olan otomobil sektörü, pandemiyi fırsat bilerek, elektrikli otomobil üretme çabalarına hız vermeye başladı.

Fakat kapitalizm koşullarında en “masum” adımın arkasında bile kar-zarar hesabı vardır. Dahası sınıflı toplum gerçekliğinde atılan bu “adımların” emekçilere hep faturası olmaktadır. Örneğin Almanya’da otomobil sektöründe, üretimde “dijital dönüşüm” ile elektrikli otomobili ele alalım. Birincisinde üretimde “verimliliği” artırmak, ikincisinde ise “çevreyi korumak” amaçlanıyor. Fakat bu her iki “dönüşüm” planında da fatura, işsizlik olarak emekçilere ödetiliyor. Gerek daha yüksek teknoloji ile (robotlaşma) üretimde gerekse elektrikli araba üretiminde çok daha az işgücüne ihtiyaç duyuluyor.

Normal koşullarda bu adımlar desteklenecek türden adımlardır. Ne var ki kapitalistler motorlu aracı “çevreci” araca dönüştürmenin bedelini işsizlik olarak işçiye ödetiyorlar. Karşı çıkılması gereken, işte bu bedel ile birlikte sergilenen ikiyüzlülüktür. Normalde zenginlik ve refah yaratması gereken bilimsel-teknolojik gelişmeler, kapitalizm koşullarında emekçiler için işsizlik ve yoksulluk yaratıyor. Bugün otomobil sektöründe bu nedenle 300 bin işçinin işine son verilmesi düşünülüyor. Böylece üretilen elektrikli arabaları daha yüksek fiyata satan kapitalistler karlarına kar katarken, yüzbinlerce işçiye sefalet düşecektir.

Öte yandan kapitalistler, kendi yarattıkları çevre kirliliği ile mücadele bahanesiyle, emekçilerden yeni vergiler alıyorlar. Böylece kirlettikleri çevrenin temizlenmesinin faturasını da emekçilere ödetiyorlar.

Temiz çevre kapitalizmde mümkün mü?

Yenilenebilir enerji, insanın doğaya zarar vermeden kullanabileceği biricik enerji türüdür. Ancak kapitalistler çıkarlarına daha uygun buldukları için uzun yıllardır fosil yakıtlardan enerji elde etmeye devam ediyorlar. Çünkü bütün santralleri, stratejileri, yatırımları vb. bunun üstüne kuruludur. Bundan vazgeçip, yenilenebilir enerjiye geçmek ciddi harcamalar gerektiriyor.

Hegemonya, rekabet ve eşitsizlik üzerine kurulu kapitalist düzen, yenilenebilir enerjiye daha çok yatırım yapılmasının, insan ihtiyaçlarının karşılanmasının ve böylece doğayı korumanın önündeki temel engel olmaya devam ediyor. Yenilenebilir enerji bir yana, BM Kalkınma Projesi’nin 2019 verilerine göre, çoğunluğu Sahra altı Afrika’dan olan 950 milyon insan elektriğe düzenli ulaşamıyor. Salgın nedeniyle dünyada 200 milyon kişinin daha yoksullar sınıfına dahi olabileceği tahmin ediliyor. Bu sayı aynı zamanda elektriksizlik, susuzluk, kıtlık ve sağlık hizmetlerine erişememek anlamına geliyor.

Pandemi süreci ve giderek vahim bir hal alan iklim krizi, çevreyi korumaya dönük yenilenebilir enerji projelerini daha fazla dillendirmeye sebep olsa da, bu konuda atılan adımlar çok yetersiz. Alınan önlemler çoğunlukla göstermelik olmanın ötesine geçmiyor.

Emperyalist ülkeler güneş, rüzgâr, hidrojen ve biyoenerjiye daha çok yönelip, kendi doğalarını daha çok koruyorlar. Buna karşılık, kendi ülkelerinde yasakladıkları yöntemlerle dünyanın geri kalanında fosil yakıtlardan enerji elde etmeye devam ediyorlar. Mesela Almanya, kendi ülkesinde tedavülden kaldırmakta olduğu dizel arabaları Doğu Avrupa’ya göndermekte sakınca görmüyor. Plastik ve radyoaktif çöplerini de daha geri coğrafyalara gönderiyor. Yani emperyalizm kendi kirliliğini dünyanın başka yerlerine ihraç ederek, gezegeni büyük bir hızla kirletmeye devam ediyor.

Kapitalizmin temiz çevre konusunda en iyi yaptığı şey, bazı kuruluşları vasıtasıyla, dozajı giderek artan uyarı ve önerilerle dolu raporlar yayınlamaktır. Kapitalist ülkeler imza attıkları anlaşmalara yine kendileri uymuyorlar. 2015’te yapılan Paris Anlaşması uyarınca, ülkeler, sıcaklık artışının bu yüzyılda 2 derecenin altında tutmak ortak hedefinde anlaştılar. Ancak Çin’den sonra en büyük karbon salınımına sahip olan Amerika 2017’de bu anlaşmadan çekildi. Yapılan anlaşmaların BP, Shell, Total gibi enerji devleri karşısında bir hükmü yoktur. Aksine onların ağzından çıkacak laflara göre politika belirleniyor. “Sıfır karbon emisyonu” hedefi 2045, hatta 2060’lara erteleniyor.

Tüm uyarılara ve çalan tehlike çanlarına rağmen, günümüz dünyasında petrol, doğal gaz ve kömür gibi fosil yakıtlar temel enerji kaynağı olmaya devam ediyor. Küresel Karbon Projesi’nin 2018 raporuna göre, 9,8 milyar ton ile Çin, en yüksek karbon salınımı yapan ülke. Çin enerji tedarikinde ağırlıklı olarak petrol ve kömür kullanmaya devam ediyor.

Koparılan tüm gürültüye rağmen, karbondioksit oranlarını düşürme konusunda bir arpa boyu yol alınmış değil. IEA’nın öngörülerine göre, 2045 yılına gelindiğinde bile, dünya enerji ihtiyacının %27’si petrol, %25’i doğal gaz, %20’si ise kömürden karşılanmaya devam edecek. Yenilenebilir enerji kaynakları 2019’da küresel enerji ihtiyacının sadece %2’sini karşılayabildi. Bu oranın 2045’te %8,7 olması öngörülüyor. 2020’de gelişmiş ülkelerin petrol talebinde %10’luk bir düşüş bekleniyor. Buna karşılık, gelişmekte olan ülkeler ile 3. dünya ülkelerinde artacak petrol talebinin bu kaybı dengelemesi bekleniyor. OEDC üyesi olmayan ülkelerdeki petrol talebi 2045’te, 2019 seviyesinden %43 daha fazla olacak. Yani yama tutmayan bohça misali, bir yandan temizlenirken, diğer yandan daha fazla kirletilmeye devam ediliyor.

Anlaşılan o ki, dünyamız daha çok uzun yıllar petrol, doğal gaz ve kömür kaynakları uğruna savaşlara sahne olacak. Dünyada sıcaklıklar artmaya, iklim krizi derinleşmeye ve doğal felaketler, kuraklıklar, kıtlıklar artarak yaşanmaya devam edecek.

Tüm veriler, kapitalizmin sürdürülebilir bir sistem olmadığını ortaya koymaktadır. Sorunun sebebi olanlardan çözüm beklemek ise boş bir hayaldir. Temiz bir çevre kapitalizmde mümkün değildir.

Bu konuda en ümit verici gelişme, hızla gelişen çevre duyarlılığı ve hareketliliğidir. Sınıf mücadelesinin önemli bir bileşeni haline gelen bu hareketliliğe daha çok ilgi göstermek, isabetli politikalarla müdahale ederek burjuva hareketlerin etkisinden kurtarmak ve anti-kapitalist bir perspektife kavuşturmak günün devrimci görevidir.