Gezegenimizin en temel sorunlarından biri çevre kirliliği ve iklim krizidir. Dünyadaki kirliliğe dair yayınlanan raporlarda bu kirliliğin her geçen yıl daha da arttığına dair veriler yer alıyor. Özellikle plastik ürünlerin kullanımına dikkat çekilip, tüketilmemesi için ‘farkındalık’ yaratmak adına çeşitli uygulamalara baş vurulsa da plastik üretimine kısıtlama getirilmiyor. Plastik poşetleri paralı hale getirmek vb. yöntemler ile “çevre duyarlılığı” sergileyen sermaye devletleri, bizzat kapitalizmin eseri olan kirliliği dahi kâr alanına çeviriyorlar.
Kapitalistlerin kendi çıkarları uğruna gezegeni talan etmeleri ağır çevre sorunlarına yol açarken, nüfus ve kentleşme oranının artışı da bu sorunları büyütüyor. Günümüz ‘modern’ yaşamında dayatılan tüketim alışkanlıkları sonucunda son 50 yılda plastik kullanımı 20 kat arttı. Bugüne kadar 8,3 milyar ton plastik üretildiği belirtiliyor ve bu plastiğin 6,3 milyar tonu atık durumunda. Her sene denizlere 12 milyon ton plastik karışıyor. Plastik malzemelerin doğada yok oluş süreci 1000 yılı buluyor. Bir ısı yalıtım ve ambalaj malzemesi olan straforun doğada çözülmesi 5 bin ile 2 milyon yıl sürüyor.
Elbette çevre kirliliği sadece plastiklerden kaynaklanmıyor. Ancak dünyanın ekolojik dengesini bozan tonlarca çöpün başında plastik ve türevleri yer alıyor.
Plastik poşetleri 25 kuruştan satarak “çevreci” kesilen Türkiye’nin, Akdeniz’i kirleten ikinci ülke olduğu açıklandı. Akdeniz’deki plastik kirliliği ile ilgili yapılan araştırmaya göre Mısır ilk sıradayken, en fazla atık bırakan ikinci bölge Adana oldu. Adana’nın ardından İspanya ve İsrail geliyor.
Deniz, nehir ve ormanları acımasızca yok eden kapitalist devletlerin bir de ‘plastik atık ihracatı’ adında bir ticaret ağı var. Gelişmiş kapitalist devletler çöplerini diğer ülkelere satıyorlar. Çin, Malezya, Vietnam ve Tayland plastik ithalatını durdurma kararı aldılar. Bu karar sonrasında atık plastikler Endonezya, Hindistan ve Türkiye’ye gönderilmeye başlandı. Çöpleri yollayan ülkelerin başında ABD, Almanya, İngiltere ve Japonya geliyor. Türkiye, Malezya’dan sonra İngiltere’den en çok çöp alan ikinci ülke konumunda. Emperyalist devletlerin kendi ülkelerinde çevre sorunlarını azaltmaya yönelik çözümleri, çöplerini diğer ülkelere satmak olsa da toplamında dünya kirleniyor, bu durum dolaylı olarak iklim değişikliğine de katkı sağlıyor.
Türkiye’ye 2016 yılında aylık 4 bin ton ithal atık gelirken, 2018 yılında 8,5 kat artarak 33 bin ton ithal atık gelmeye başladı. Özellikle Mersin ve İzmit limanları yurtdışından gelen çöplerle dolmuş vaziyette. Türkiye geri dönüşüm alt yapısını henüz oluşturamamışken, dışardan gelen bu çöpleri doğaya atıyor. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı gelen atığı denetlemiyor, gelen bu atıkların arasında tehlikeli tıbbi atıkların da olduğu belirtiliyor. İthalatçı firmalar 20-25 tonluk atık getiren konteyner başına 2 bin avro alıyorlar. Bu firmaların kazançları uğruna ülkemizin doğası pervasızca kirletiliyor.
Öte yandan sermaye iktidarı, “küresel iklim değişikliğiyle mücadele kapsamında en önemli uluslararası anlaşmalara imza attık” diyerek yalan söylüyor. Taraf olunan Paris Anlaşması henüz Meclis’ten geçmiş değil. BM, OECD, G20 ve AB gibi uluslararası kuruluşların çevre ve iklim sorunlarına dair çözüm üretebileceklerini beklemek de yanlış olur. Bu ülkeler kendi çöplerini satıyorlar. Hava kirletme oranlarını diğer ülkelerden satın alıyorlar. Türkiye gibi ülkeler ise bu anlaşmalara taraf olarak, iklim fonlarından para aktarılmasını hesap ediyorlar.
AKP “çevrecilik” adına “doğal kaynaklarımızı sürdürülebilir bir anlayışla yönettik” ifadelerini kullansa da ÇED (Çevresel Etki Değerlendirme) raporlarının yandaş sermayedarlar için oluşturacağı engelleri kaldırma yolunda düzenlemeler yapıyor. Örneğin Ilısu Barajı projesi ile 12 bin yıllık tarihi olan Hasankeyf sular altında bırakılacak, Dicle Havzası’nın ekosistemi yerle bir edilecek. Yine de bu projeden vazgeçilmiyor. Keza Mersin Akkuyu’da inşa edilen Nükleer Santral tesisi ÇED raporundan olumsuz yanıt alsa da Rusya ile yapılan antlaşmalar ile santral yapımına devam ediliyor. Şehirlerin ne şekilde betonlaştırıldığının, seçim malzemesi olarak kullanılan mega projelerin doğayı nasıl bozduğunu uzun uzadıya yazmanın gereği bile yok.
Sonuç olarak kapitalist açgözlülüğün kitabında doğayla uyum ve çevreyi korumak değil, kâr uğruna dizginsiz talan ve yıkım vardır. “Çevre sağlığını gözeten bir üretim, kentleşme, enerji ve ulaşım politikası” ancak işçi sınıfının iktidarda olduğu bir düzende mümkündür. Zira sosyalizmde “Bu, toplum sağlığının vazgeçilmez koşulu sayılır. Kapitalizmden miras çevre tahribatının giderilmesi, doğal çevrenin, toprağın, suyun ve havanın korunması için köklü önlemler alınır.” (TKİP Programı)