Kış aylarının gelmesiyle birlikte birçok haber sitesi, blog ve forumda “Elektrik/doğalgaz faturanızı nasıl düşürürsünüz?” ya da “İşte faturalarınızı düşürecek 7 madde!” gibi içerikler yeniden yayınlanmaya başlandı.
Günümüzün ifadesiyle “tık peşinde koşan” anlayış bunu sosyal bir görevden ziyade ziyaretçi çekmek için yapsa da, durumun kendisi dikkat çekici bir sorunu işaret ediyor. Zira biliniyor ki fatura bedeli altında ezilen emekçiler, bu bedeli düşürmenin yollarını Google’da arıyor. Doğalgaz ve elektrik faturalarının yüzlerce liraları bulacağı bu aylarda arama çubuğuna en çok yazılan da faturanın nasıl düşürüleceği sorusu oluyor.
Söz konusu içeriklerde, tüketicilerin elektrik ve doğalgaz faturalarını nasıl düşürecekleri, nasıl tasarruf edecekleri konusunda “püf noktalar” anlatılıyor. Elbette hiçbirinde, düşük ücrete mahkum edilen emekçilerin neden bu kadar yüksek meblağlı faturalar ödemek zorunda oldukları sorgulanmıyor. “Tasarruf” adı altında sunulan öneriler ise esasında insanca/sağlıklı barınma koşullarından taviz verilmesinin öğütlenmesi oluyor. Diğer yandan, bakım-onarım önerileriyle emekçiler yine başka bir sektörün ağına itiliyor.
Faturalardan yansıyan soygun düzeni
Her şeyin satılık olduğu kapitalist düzende insanlığın temel ihtiyaçlarının faturalandırılma biçimi bile soygun düzenini en açık haliyle anlatıyor esasında. Doğalgaz faturalarında, kullanılan gazın bedeli yer almıyor yalnızca. Sistem kullanım bedeli, KDV ve ÖTV gibi “ana kalemlerin” yanında “tesisat kontrol bedeli”, “abone bedeli” gibi kalemler de yer alıyor. Elektrik faturalarında ise durum daha çarpıcı. Düşünün, bir dağıtım şirketi aboneyle karşılıklı olarak “elektrik ulaştırmak-bedelini ödemek” merkezli bir sözleşme yapıyor, fakat elektriği iletmeyi “dağıtım bedeli”, abonenin kullandığı elektrik miktarını belirlemek için yaptığı çalışmayı da “okuma bedeli” adı altında faturaya ekliyor. Dahası, “kayıp-kaçak bedeli” adı altında, kendi ticari zararını da tüm abonelere pay ederek kapatıyor.
Öte yandan, emekçilerin, insan sağlığı açısından sakıncalı, günümüz teknolojisinin eriştiği düzey karşısında ilkel kalan, çoğu durumda ısı yalıtım vb. önlemlerin olmadığı konutlarda yaşamak zorunda bırakılması doğalgaz faturalarını şişiriyor. Güneş ışığından daha fazla yararlanmak için kullanılan yaz saati uygulamasının Bakanlar Kurulu kararıyla kalıcı hale getirilmesi ve bunun kış aylarında daha çok elektrik kullanılmasına neden olması da fatura bedelini arttıran etkenlerden biri.
Tüm insanlığın ortak mülkiyetinde olması gereken enerji kaynaklarına kapitalistlerce el konulmasına, bunun anlamına ve sonuçlarına girmiyoruz bile...
Özcesi, kaynaklarımıza el koyan kapitalistler, enerji satışlarını arttırmanın ve bu işlem sırasında oluşan tüm maliyeti kullanıcıya yüklemenin yolunu bulmuş durumdalar. İşte bu yol, kapitalizmin nasıl bir yağma ve soygun düzeni olduğunu anlatan bir “gerçek kesit”idir.
Faturaları düşürmek gerçekten mümkün
Elektrik ve doğalgaz faturalarının hayli arttığı bu aylarda, emekçilere fatura bedellerini nasıl düşürebileceklerini, hatta zamanla nasıl tümden kaldırabileceklerini bir de biz anlatalım. Bunun için maddeler sıralamayacağız elbette, sadece hatırlatmada bulunacağız.
Emekçilerin faturalarını düşürmek için kış aylarında konutlarında ihtiyaç duydukları sıcaklıktan ya da elektrik kullanımından taviz vermeleri gerekmiyor aslında. En başta, dayatılan bu sağlıksız barınma koşullarına ve fatura soygununa itiraz etmek, her yönüyle enerji tekellerinin çıkarına işleyen bu faturalandırma sistemini kabul etmemek, sağlıklı konutlarda insanca yaşamak için mücadele etmek gerekiyor.
Böyle olmakla birlikte, faturalarda kendini gösteren soygundan kalıcı olarak kurtulmanın yolu ise sosyalizmden geçiyor. Bunu “genel geçer” bir sosyalizm propagandası olarak dile getirmiyoruz kuşkusuz. Sosyalizmin tarihsel deneyimi, bu konuda da emekçilere yol gösteriyor. Bakınız; Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) deneyimi...
Kira ve fatura bedeli yok denecek kadar az
Sovyetler Birliği’nde konut sorununun ele alınışı, bugünkü fatura sistemi üzerinden işaret ettiğimiz kapitalizmle arasındaki temel farklardan birini gösteriyor. Sovyetler Birliği’nde konutların yapımı, paylaşımı ve konutlarda enerji kullanımı rantı değil, insanca yaşam ölçütlerini merkeze koyuyor.
Sovyetler Birliği’nde sorunun nasıl çözüldüğüne kısaca bir göz atmadan önce, Sovyetler Birliği Anayasası’nın şu maddesini (6. madde) hatırlatalım:
“Toprak, doğal kaynaklar, sular, ormanlar, değirmenler, fabrikalar, madenler, demiryolları, su ve hava taşımacılığı, bankalar, posta, telgraf ve telefon, devletin büyük tarım işletmeleri (devlet çiftlikleri, makine ve traktör istasyonları vd.) ile belediye işletmeleri ve kentlerdeki konut işletmeleri ve sınai bölgeler, devlet mülkiyetidir ve bundan dolayı tüm halka aittir.”
İşte bu maddede ifadesini bulan toplumsal anlayış sayesinde emekçilerin en temel ihtiyaçları ciddi bir zorlanma yaşanmadan çözülmüştür. Burada ifade edildiği biçimde, Sovyetler Birliği’nde konut mülkiyeti devlete, yani işçi ve emekçilere aittir. Böyle olunca emekçilerin konut edinmesi sorunu ticari bir anlam ifade etmemektedir.
Sovyetler Birliği’nde konutların yalnızca kullanım hakkı veriliyordu ve bunun için tüm kentlerde aynı olan cüzi bir kira bedeli alınıyordu. Buna ek olarak gaz, elektrik ve su kullanım bedeli ile çöp toplama bedeli alınıyordu. 1930’larda en düşük işçi ücreti 125 rubleyken, dört kişilik bir aile baz alındığında kira ve diğer bedellerin toplamı 1,5-2 ruble ediyordu.
Sovyetler Birliği’nde kimsenin evsiz olmadığı, konutların metrekaresinin içinde yaşayacak kişi sayısına göre belirlendiği ve sağlıklı yaşam sürdürülebilecek asgari ölçütlerin konulduğu, engelli vb. durumları olan ailelere öncelik verildiği bilgilerini de dipnot yerine ekleyelim.
Faturalardan kurtulmak için de sosyalizm!
Bu durumu bugünün Türkiye’siyle karşılaştıracak olursak; 1930’ların Sovyetler Birliği’nde bir ailenin kira ve diğer masrafları en düşük işçi ücretinin yüzde 2’sini bile geçmezken, bugün Türkiye’de kira ve faturaların toplamı kimi kentlerde resmi asgari ücreti bile geçiyor. Üstelik metrekare ve yapı bakımından insan sağlığına uygun olmayan konutlardan, ihtiyaç duyulan enerjinin “tasarruf” gerekçesiyle yeterli ölçüde kullanılamamasından söz ediyoruz.
Sonuç olarak, bugün emekçiler için kabusa dönen, her ay nasıl ödeneceği kara kara düşünülen fatura soygunundan kurtulmanın ve nitelikli konutlarda insan sağlığına yaraşır biçimde yaşamanın yolu sosyalizmden geçiyor. Aradan geçen on yıllara rağmen kapitalist düzenin, sosyalizmin daha 1930’lardaki imkanlarını sunmayışı başka ne anlatıyor olabilir ki?